“Özü Sözü Bir Mehmet Akif” başlığıyla bir görüş vermiştim, şairin daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış “Allâh” şiiri gündeme geldiğinde. “Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” diye yazan bir şair, bir mütefekkir için konuşmak, hiç yalana sapmadan konuşmak aynı zamanda sürekli konum değiştirmek anlamına da geliyor. “Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?” diye sormuştu Mısır yıllarında, bugün ise hayatının safhalarının anlatmakla bitmediğini fark ediyoruz. Sadece ilk ismiyle bilinmek pek az insana nasip olur.  “Akif” ismi geçtiğinde önce onu hatırlıyoruz.

Son yıllarda İstiklal Marşı şairini konu alan kitaplarda daha bir artış yaşanmasını nasıl değerlendirmek lazım? Mehmet Akif üzerine kitaplar arasında bizzat tanıklığın zenginliğini içeren Mithat Cemal Kuntay’ın eseri ayrı bir yere sahip. Nurettin Topçu’nun Mehmet Akif”i, Sezai Karakoç’un Mehmed Akif’i, D. Mehmet Doğan’ın Camideki Şair MehmedAkif”i, Metin Önal Mengüşoğlu’nun Müstesna Şair MehmedAkif”i… Geçen yıllar Akif’in mücadelesinin seyrine dönük merakı çoğalttı. Ne de olsa bugün yaşanan açmazlar hiçbir şekilde geçmişin mücadelelerinden, ret ve kabullerinden bağımsız değil. Hakkında konuşmadan bugün niye işte böyle bir sahnede bulunduğumuza kolay karar veremiyoruz. Dönüp geri baktığımızda belirleyici bulduğumuz pek çok olay ve süreçte onun tespit ve tercihleri çıkıyor karşımıza.

Âlim Kahraman’ın “Tutuşmuş Bir Yürek, Adanmış Bir Hayat” alt başlığıyla yayımlanan Mehmet Âkif kitabında, şairin İstiklal Savaşı dönemi yanında Mısır yılları üzerine de aklımıza düşen sorulara cevaplar buluyoruz.[1]

Somut bir karşıt, bir düşmandan gelen saldırı ve hakaretler yormaz insanı, bu kitabı okurken bunu bir kez daha düşünüyorsunuz. İnsanı asıl birlikte yola çıktığı dava arkadaşlarının içine düştüğü ihtilaflar, hükümlerinde duçar olduğu tutarsızlık, çelişki ve dahası, adaletsizliğin düşünceleri çekip gitmeye zorlar. 

19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren belli bir tonda elli yıl sürecek bir arayıştır bu: Sürgüne gitmemek için inziva, dosdoğru düşünüp dile getirebilmek için uzaklara kaçış… Halit Uşaklıgil’in Mai ve Siyah’ı, süren çöküş karşısında kelimelerine güvenini yitiren veya kıymeti hiç bilinmemiş genç edebiyatçıların uzaklara gitme arzularının sorularını getirir önümüze. Halide Edib’in “Yeni Turan”ı bir ütopyayla uzakları kucaklayarak “buraları” kurtarır. Edib’in bu kitabı, 1912’de ilk eşi Salih Zeki’den ayrıldıktan sonra gittiği Londra’da yazdığını da belirtmeliyim.

İslâmcılığın gelimli gidimli bir dalga olduğunu düşünürüm. İlkeleri üzerinden gerçekliği kavrayan bir şair ve eylem insanı Akif, bütün hayatıyla bir İslâmcı portresi çizer. Çöküş yıllarının zemininde, İslâmî ilkeler üzerinden tazelenmiş bir söylem hattı geliştirmenin çabasını sergiledi “Bülbül”ün şairi. Hep sözünü ettiğimiz “yol” onun hakikatiydi. Âlim Kahraman’ın, üç kıtaya yayılmış bir İmparatorluğun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu içeren dönemi, Mehmet Akif’in faaliyetleri ekseninde tasvir ettiği de söylenebilir. Dönemin akışını belirleyen dostluklar ve ihtilaflar, nitelikli atılımlar ve zaaflar, “Başka türlü nasıl olabilirdi ki?” sorusunu getiriyor önümüze. Bir ömrü esere dönüştüren başlıca saik olsa gerek samimiyet. Olay ve durumlar, her şart altında koruduğu dürüstlüğü ve samimiyetiyle toplumsal hafızada yer tutan saygın ve aziz bir Mehmet Akif portresi ortaya koyuyor.

Şahsiyetini Kendine Has Kılan Örnekler

Mehmet Akif olguları sorgulama cesaretini öncelikle Kur’an’dan alır ve bunu öğrencilerine de aktarır. İmtihanlarda pek çok hocanın yeterli gördüğü kitabi cevaplarla yetinmez, tahlil ve yorum kavrayışının işaretlerini arar. Öğrenci öğrenmek istiyor mu? Vasıtasızlığa rağmen yenilikleri takip edip böylece bir şeyler öğrenebilmiş mi? Bunları başaran öğrencinin, notunu ezber zayıflığı yüzünden kırarak şevki ve hevesi söndürülmemelidir ona göre.

Düşenin küçük düşürülmesini de kabul etmez vicdanı. Meşrutiyet’in ilanının ardından, “hürriyet sarhoşluğu” sırasında yaşanan taşkınlıkları hiç onaylamadı. İntikamdan korktukları için yeni dönemin sloganlarını abartarak haykıranlara “derslerinin verilmesini” de engellemişti gerçi: “…onu vaktiyle yapmak gerekirdi.” demişti bir arkadaşına. “Şimdi onlar acze düşmüştür. Mademki o zaman sustun, şimdi onların bu düşkün zamanında intikam almak mertlik değildir.” Akif’i, bütün engellere rağmen İstiklal Marşı şairi kılan ve Mısır yıllarına rağmen halkın bağrına döndüren temel haslet, işte bu cümlelerde okunabilir sanıyorum. 

Dehaya değil çalışmaya inanırdı, Ranciere gibi.[2] Bir işi disiplinsiz mantıki noktasına ulaştıramazsınız. Kızı Suat keman dersi almak istediğinde koştuğu şart, her gün muntazam ve en az iki saat çalışması olmuştu.

Dostlarına ve mekânlara bağlanır ama ilkelerini çiğnemesi gündeme geldiğinde terkte de tereddüt etmez. Yirmi yıl süren baytarlık mesleğini, bir meslektaşına yapılan haksızlık yüzünden bırakır 1913’te. Kurulacak BakteriyolojiEnstitüsü için kararlaştırılmış yerin değiştirilmesinin altında adam kayırmacılık olduğu kanısına varmıştır çünkü. (Akif’in tavrından kaynaklanıp kaynaklanmadığı belli olmamakla birlikte enstitü ertesi sene onun gerekli gördüğü gibi Pendik’teki eski zeminde kurulacaktır). 1913’ün sonunda ise “neşriyatı hükûmetin arzusuna uygun düşmediği için” Darülfûnun’dan çekilir. Sultan Reşat Cihadı Ekber’i ilanıyla 1914 yazı dünya ve insanlık için olduğu gibi Osmanlı için de büyük bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Umumi Harp daha ilk aylarında piyasalarda kargaşaya, maişet ve erzak alanında –karaborsanın da etkisiyle- mahrumiyete yol açar. Akif bir arkadaşıyla fasulye aşı yediği sırada bir Nezaret mensubu yaklaşır yanına ve onu “yazılarında o derece ileri gitmemesi” yönünde uyarır. “Nazırına söyle kendilerini düzeltsinler” der Akif. “Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben kuru fasulye yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam.” Sebilürreşathükûmet tarafından kapatıldıktan sonra kendisini Merkez-i Umumi’dekilerle uzlaşmaya davet eden Talat Paşa’ya da “Bizi simsar mı zannettin” diye büyük tepki gösterip ayrılır sadaret makamından.

Bir de kız kardeşinin evinde çay içmekten imtina etmesine sebep olan “şeker” konusu var. Böyle ne çok konu yer alıyor kitapta aktarmak istediğim!  Sadelik Akif için salt şiire has bir niteliğin arayışından ibaret değildir. Harbi Umumi sırasında Almanlara esir düşmüş Müslümanların durumunu tespit amacıyla gittiği Berlin’de, Alman hükûmetince birinci sınıf bir otelde yer aldığı heyete ayrılan odada kalmayıp, ikinci sınıf bir otele yerleşmişti. Almanların “fen” alanında gösterdiği ilerlemeyi de hayret ve hayranlıkla dile getirmekten geri durmadığı dile getirilir.

Yürüyerek Düşünmek Düşünerek Yol Almak, Hareket ve İlişkiler

Kahraman’ın kitabı her fırsatta ve uzun uzun yürüyen, yürüme vesileleri arayan bir Akif portresi çıkarıyor karşımıza.  Birçok dostu onu yürüyüşüyle, bir yerden bir yere hızlı hızlı giderken hatırlıyor. Kışın en sert günlerinde bile tramvay ve arabaya binmeyi yeğlemiyor. Yürümek onun için bir zihin atölyesine dâhil olmaktır; daireden arkadaşlarına şiirlerini okuyor yollarda. “Seyfi Baba”yı Mehmet Behçet’e -ilk kez- yolda okuyor. “İki adımlık yer için vapura mı bineceksin?” deyip Beylerbeyi’nden Kandilli’ye, oradan da Rasathane’ye kadar yürütüyor Mahir İz’i. Yağmurlu boralı bir havada da her tarafı sel kestiği halde Fatin Hoca’ya verdiği sözünü tutup sırılsıklam vaziyette Beylerbeyi’nden Vaniköyü’ne yürümüş. Oysa ev sahibi gelmeyeceği zannıyla yakın komşularından birine gitmiştir. Altı ay sürer kırgınlığı. (s.154) İstiklal Savaşı’na katılmanın ilk aşamasında da oğlu Emin’le birlikte Çengelköyü’nden Karacaahmet Mezarlığı’na yürüyor.

Akif’in böyle bir özelliği var: Kaygılı, ilkeli ve kendini geliştirmeye çalışan ilim ve sanat insanlarını nerede olursa olsun etrafında topluyor. Malik Bin Nebi’nin 1950’lerde irdelediği, İslâm dünyasında kültürel bağların eksikliği hususu, konuştuğu netameli zamanlarda onun açısından bir dağılmama, birlikte tutunma mücadelesi meselesidir.

Ömür boyu süren dostluklarında belirleyici unsurların “samimiyet ve sadakat” olduğu söylenebilir. Şerif Muhyiddin’le ilişkisi bunun örneklerinden biri. Akif, kendisine bir şey öğreten insanlara vefasını da bir ömür boyu taşımıştır benliğinde.

İbnüleminMahmud Kemal’in de içinde bulunduğu Resimli Gazete’deki çevresi,  “kibar bir İstanbul kızı” olan İsmet Hanım’la 1898’deki evliliği sırasında yanındadır. Namık Kemal’e duyduğu saygıda (s. 89) kuşkusuz öncelikle sorgulama cesaretinin rolü vardır. Beri taraftan Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem’e ve şiirine duyduğu saygıyı da, Kahraman’a göre aslında bazen abartarak belirtmiştir. (s. 88)  Ölümü üzerine duyduğu üzüntüyle bir şiir yazdığı dostlarından Baytar Miralay İbrahim Bey’den, “sebebi feyzim” diye söz etmişti. “Alçak gönüllülüğe âşık, şöhrete düşman yaratılışlı” bir kişiliğe sahiptir İbrahim Bey de… Hukukçu ve şair Hersekli Arif Hikmet Bey’e (1839-1903) hayranlığını ise şöyle yorumluyor Kahraman: “…hayatının tüm düzensizliğine rağmen iş hayatında sahip olduğu dürüstlük ve adaletten şaşmazlık, Tanzimat fikrine yakınlık, istibdattan şikâyet, âdeta ‘Cumhuriyetçi’ bir idare kastı…” (s. 66) Meşrutiyet döneminde Safahat’ı bastıramamış, Mısır’a seyahat tasarısı üzerine yaşadığı, kitabını Mısır’da bastırma sevinci ise bu yolculuk gerçekleşmediği için kısa sürmüştü.

Kitapta Akif’in dostlarına karşı son derece vefalı ve düşenin yanında olduğunu gösteren pek çok örnek veriliyor. Baytar Mektebi’nden arkadaşı İslimyeli Hasan Tahsin Bey’le, kim erken ölürse diğerinin onun çocuklarına bakacağına dair bir sözleşmeleri varmış. İslimyeli erkenden vefat edince Akif, merhumun üç çocuğunu da evladı gibi görüyor. Öyle ki Emin Ersoy hatıralarında, küçükken bu çocuklardan biri olan Süheyla’yı öz ablası bildiğini kaydediyor. Akif’in Neyzen Tevfik’le ilişkisinin çeşitli dönemleri de yer buluyor kitapta. Beş yılın ardından Mısır’dan dönen Neyzen Tevfik’e kucak açan dostlarından biridir Akif. Anlaşılan Mısır, Akif’in etrafındaki edebiyatçı ve sanatçılar için uzaklaşma arzusuna karşılık gelen ilk adresti. Şair açısından elbette Halim Paşa ailesi dolayısıyla da ikinci bir yurttu.  Heybeliada’da Abbas Halim Paşa’ya ait Vidalı Köşk’te Cuma günleri düzenlenen selamlık sohbetlerinde Hoca Ali Rıza, Feyhamen Duran ve İbrahim Çallı gibi birçok sanatçıyı etrafında topladığını okuyoruz. Akif Tahirül Mevlevi’ye ders verir Heybeliada’daki evinde, Tahirül Mevlevi ise Akif’in kızlarına.

Ankara yıllarında da geniş bir çevreyle hareket ettiğini görüyoruz. Mahir İz, Hasan Basri, Münir Ertegün gibi isimlerin kimisine “Muallakât” okutur, kimisine Hafız Divanı. Adnan Adıvar da Tacettin Dergâhı’ndaki konukları arasında yer alır.

Tacettin Dergâhı’nı bir tür “karargâh” olarak tanımlar Sezai Karakoç; Kahraman da altını çiziyor bunun. Akla Picasso’nun, resminin bir duvar süsü diye algılanması düşüncesinden duyduğu nefret geliyor. Ona göre resmi, düşmana karşı bir savaş aletidir. Gündelik konuların, cepheden gelen haberlerin, acıların ve sevinçlerin paylaşıldığı dergâhta bir taraftan da İslâm medeniyetinin klasik eserleri okutulmaktaydı. Hilmi Bey’in meşki, Mevlevi Dede’nin neyi, “karanlığın bağrından yardım ister gibi yükselen feryatlar…”  Bursa’nın düşmesi, Orhan’ın türbesinin düşman ayakları altında çiğnenmesi… Bülbül işte bu ortamda tamamlanır. Geriye dönüşsüz bir mücadeledir bu, şehir şehir dolaşmaktadır Akif, yanında büyük oğlu Emin. Derken ailesinin geriye kalan fertlerini de getirtir Ankara’ya.

Bağlantı ve ilişkilerini çok yönlü kılan aslında paralaks bakma gereğine duyduğu inançtır da…  Mekânları ve ilişkileri sabit kalmasa da uzamı giderek gelişmektedir. Etrafındaki insanları yazmaya teşvik ettiğini Tahirül Mevlevi gibi birçok dostu dile getiriyor. Meşrutiyet’in ikinci senesinde öğrencisi Reşat Nuri Güntekin, hocasının tasvirini yaparken “kalender” sıfatını kullanıyor. Tevazuu nedeniyle bazen Darülfünûn hocasına benzeten kişilerle karşılaşmasını kendisi de esprili bir dille ifade edermiş. Mısır yıllarında da benzeri bir algının sebep olduğu tatsız bir olayla karşılaşır. Davet edildiği paşa evine yürüyerek gider, oysa ekâbirlerin evine otomobille gidilmesidir olağan karşılanan. Özel otomobili olmayanın da böyle bir davet alamayacağı var sayılırmış. Berberi kapıcı yaya geldiği için şüpheyle karşılar onu, ters davranır. İçeriden biri koşa koşa gelir de içeri alır.

Sanat ve Edebiyat Görüşü

Mehmet Akif Balıkesir Darulmuallimin’de, bir öğrencinin sorusunu cevaplandırırken, “sanat sanat içindir” düsturuna rağmen “her edibin her şairin bir maksat gözetmekten kendini kurtaramadığı, o halde bu düsturun iflas ettiği…” kanısını dile getirmişti. (s. 264) Meramı anlatabilmede sadelik esastır ve bu da “fazlalıkları atmayı” gerektirir. Beri taraftan “sade”liğin,  “cennet”i beğenmeyip de “uçmak” kelimesini kullanma şeklinde anlaşılmasını da istemez. Havas için değil halk için edebiyattan yanadır. Yaraları göstermekten kaçınmamak gerektiğini belirtir: “Meramımız kendimizi değil maskaralıklarımızı maskara etmektir. Ta ki ülfet neticesi olarak her gün hiç sıkılmadığımız hiç azab duymadığımız bir sürü fenalıkları yavaş yavaş bırakıp da elbirliği ile insanlığa doğru bir adım atalım.” (s. 186)

1898’den önce Adana’da görevliyken işinden fırsat buldukça Seyhan nehri kıyısında Gazali okumaları düzenliyor. Yine Seyhan kıyısında geceleri şiir okuyorlar arkadaşlarıyla, birlikte felsefi sohbetlere dalıyorlar. Çevresinde güzelleme yapan insanları değil hakkı söyleyenleri görüyoruz hep. ”Şam’da yazılmış idi” başlığıyla Resimli Gazete’de yayımlanan Bir Mektupadlı şiirine Ispartalı Hakkı’nın, “Bu gazellerle nihayet bir Muallim Naci olursun. Hâlbuki edebiyat bu mu? Medeni memleketlerin edebiyatından haberin yok.” şeklinde eleştiri getirmesi sanki bir dönüm noktasıdır. 1896’daki bu ilk uyarıdan sonra yeni bir arayışa düştüğü söylenebilir. Peşinde olduğu şiirin, evlerinde ziyaret ettiği Recaizade ve Abdülhak Hamit tarafından övgüyle karşılanması, şiirinde bir yenilik arayışını sürdürürken boşluğa düşmediğini ortaya koyuyor. 

 İçlerinde Fuat Köprülü’nün de bulunduğu liseli gençler 1906’da çıkardıkları Şeyler adlı dergiye onun aynı yıl yazdığı “Küfe” şiirini resimleyerek koyarlar. Kahraman, o yıllarda Akif’in şiirlerinin daha basılmadan belli bir çevrede ilgiyle okunduğunu vurguluyor. 1908’de ise, bir okul yangınında yanan bir kütüphaneden bahisle, konu eski şiirlerine geldiğinde, “Ben onların hepsini yaktım.” diyecek ve dostlarında birkaç tanesi kalmışsa da kayıplara karıştığını ümit ettiğini dile getirecektir. (s.109) 

Seçkinlerle bağlarını korurken halkın yanında duran bir şairdir Mehmet Akif. Cenap Şahabettin, Batı edebiyat ve ilmine karşı taassubu olmamasının yanı sıra “kuvvet ve samimiyet”i onun iki meziyeti sayar. Nazif ise kimseye benzemeyen kişiliğiyle zayıf ve yoksulun yanında oluşuna dikkat çeker.  “Yeni”yi sırf Batı zevkine meyleden şiirler yazmada aramanın başka bir büyük yanılgı olduğunu da belirtir. Darülfünun’da derslerini metin merkezli sürdürmesini önce “geri kafalılık” sayıp protesto eden öğrencilerin zaman içinde bu teknikten nasıl yararlandığının hikâyesini Reşat Nuri’den aktarıyor Kahraman. Bir ankete verdiği cevaplarda, şiirdeki “meslek”ini açıklarken, “Hayalilik ile hakikiliği meczederek kendim için mu’tedil bir meslek tayin etmek istedim.” diye anlatıyor  “yeni” şiiri üzerine. (s.127) Kahraman bu tarifi Sadi ve Emile Zola isimleri üzerinden somutlaştırır. Aynı ankette nazmıyla, toplumsal yozlaşmayı ortaya serip halkı bunlardan tenfire çalışma amacı güttüğünü de belirtmiştir. “Eski”yi aktarılan bir kalıp halinde almak yerine yeniden yorumlayıp dinamik, düşünsel bir yapıya kavuşturma gereğine dair tespitleri sıklıkla karşımıza çıkıyor kitapta. (s.180)

Söz konusu akidesi olduğunda polemiklere girmekten de kaçınmaz. Tevfik Fikret’le, Süleymaniye Kürsüsü’nde yer verdiği iki dizeye binaen giriştiği polemik geniş yer buluyor kitapta. Tartışmanın içeriği ise yazara göre Akif’in şu hususiyetinin altını çizmektedir: Kimsenin inancına karışmıyor Akif, beri taraftan halkın dayanağı değerleri yıkmak şeklini alan, değerleri küçümseyici ve aşağılayıcı bir şekle bürünen bir durumla da mücadeleden geri durmuyor.  Eleştirisinde “kişi”den çok onun yanlış fikir ve davranışlarını hedef alıyor.

Kadın Meseleleri

 Kadın meselesi konusunda da pozitivist reçetelere mesafeli olduğu gibi, dini, kadın haklarını istismar için kullananlara karşı da eleştirel bir tutum içindedir Akif. Sıratımüstakim’de ilk şiirlerinin yayınlanmasının hemen ardından Mısırlı yazar Ferit Vecdi’nin Kasım Emin’in kadın meselelerini İslâmî düşünce ve yorumlara, İslâmî hayat tarzına bağlayan kitabına yazdığı reddiyeyi Türkçeye çevirir. Kadın meseleleri konusunda toplumsal gerçeklerin ışığında ve İslâmî değerlerin nasıl yorumlandığını dikkate alacak şekilde yargılarda bulunur ve eleştiriler getirir. Erkeklerin savaş cephelerinde bulunduğu uzun yıllar boyunca yoksul evlerin kadınları nasıl bir hayat sürdürüyor? İslâm’ın kendilerine tanıdığı hakları dillerinden düşürmezken sorumluluklar konusunda umursamaz bir tavır takınan erkekler sert bir dille tasvir edilir bu şiirlerde. Karısıyla ilgili sorumluluklarını önemseyen bir eş, kızlarının eğitimi konusunda titizlik gösteren bir baba olduğunu gösteren pek çok anekdot yer alıyor kitapta. Celal Sahir’in talebiyle, Sıratımüstakim’de yayımlanmadan önce Demet adlı kadın dergisinde yayımlanan “Bebek Yahut Hak-ı Karar” şiiri, kızları Cemile ve Feride’nin oyuncak bebekleriyle ilişkisini konu alır. Emin Ersoy hatıralarında, Akif’in evlat gibi benimsediği merhum arkadaşlarının çocuklarından Süheyla’nın Darülfunun’u bitirdiğini öğreniyoruz.

1898’de evlendiği İsmet Hanım, hassas bir kişiliğe sahip olmakla birlikte, Akif’in uzun yolculukları sırasında çok çocuklu aileyi bir başına idare etmeye mecbur kalmıştır. Birçok defa yaşanan taşınma ve göçlerin sağlığına etkilerini Mısır yıllarının notlarında okuyoruz. Beri taraftan taşınmalar ve evden uzak kaldığı aylar ve yıllar boyunca İsmet Hanım’ın çocuklar arasında özellikle büyük oğulları Emin’i idarede zorlandığı anlaşılıyor. Mısır’da İsmet Hanım sürekli rahatsız olduğu için Akif evin düzenini sağlamayı üzerine alıyor. Eşi için yazdığı “Seni bir nûra çıkarsam, diye, koştum durdum/Ey, bütün dalgalı ömrümde, hayat arkadaşım!” diye başlayan dizelerde, bu konuda sürdürdüğü sorgulamayı yansıtır. Kadın erkek ilişkilerine bakışındaki farkı, bu dizelerde geçen “hayat arkadaşım” şeklindeki sesleniş üzerinden irdelemek hayli ufuk açıcı olurdu. Akif’in eşiyle ilişkisinin bu yönlerinin, Metin Önal Mengüşoğlu’nun Öptüm Kara Gözlerinden eserinde yer alan, 1970’lerden itibaren yükselen İslâmcı dalgada İslâmcı aktörlerin eşleriyle ilişkisiyle birlikte ele alınması, dönemsel dalgaların karakteristiklerinin çözümlenmesi açısından bir hayli çarpıcı bir katkı olurdu.

Siyasete Bakışı ve Siyasal Konumu

Akif, toplumsal sorunlara dönük duyarlığının bir sonucu olarak elbette siyasetle ilgili, ”siyasi gürültülere” ise mesafelidir. (s.123) Bu nedenle de, başyazarlığını üstlendiği Sıratımüstakim’de siyasi didişme ve gürültülere dair tek bir yazıya yer vermediğini belirtmiştir mesai arkadaşı Eşref Edip. Kahraman’a göre Akif’teki bilinçli muhalefetin, “şiirini milletin ve cemiyetin hizmetine adamaya karar verdiği 1900’lü yılların başlarında şekillendiğini tahmin edebiliriz.” Beri taraftan, sık uğradığı Direklerarası’ndaki çay evinin üst katında, on kişilik grup arasında geçen bir tartışmada İttihat ve Terakki Cemiyetine alınma yemininin içeriğinde bulunan “kayıtsız ve şartsız olarak” şeklindeki vurguya işte şu şekilde itiraz ediyor: “Ben Cem’iyyetin yalnız emr-i marufuna biat ederim, mutlak surette söz vermem ve yemin edemem.“ (s. 97) Akif’in İttihat ve Terakki ile münasebeti de bu minvalde şekillenip noktalanacaktır zaten. 

Akif yarı şaka yarı ciddi, “Benim talihimin gereği iktidardan düşmüş devlet adamı yahut iflas eden tüccar tarafından nedense pek sevilirim.” dermiş. Buna karşılık sıklıkla halkın cehdi  konusunda ümitli olduğunu vurgulamıştır: “Biz ne vakit aramızda vahdet gösterir, milleti hak yoluna davet edersek, o, derhal mütâbeatta (tabî olma) kusur etmez, her fedakarlığı ifaya şitab eder (yerine getirmeye koşturur.” Başarıları vahdete yorar, ifrat ve tefritten sakınıldığında, eski çılgınlıklara, ihtiraslara kapılmaktan nefisleri korumaya kadir olunduğunda Cenab-ı Hakk’ın başarı nasip edeceğinden şüphe duymaz. Kuşkusuz dönemsel şahitliğinin sağladığı düşüncelerle, ihtilal yoluyla inkılap taraftarı Afgani’ye değil, maarif ve ıslahat yoluyla İslâm dünyasının ayağa kaldırılmasından yana olan Abduh’a daha yakın olduğunu belirtir. “Bütün mü’minleri kardeş, bütün bu topraklarda yaşayanları vatandaş bilerek el birliğiyle yükselmeye çalışmalı, bilişmeli, tanışmalı.” diye konuşur. (s.139)

İstiklal Savaşı sırasında, 1920’nin ocak ayında Eşref Edip’le gittiği Balıkesir seyahatinde Zağnos Paşa Camii’nde bir hitabede “Çünkü gaye birdir” diyerek fırkacılık, menfaatçılık, komitacılık gibi hislerden temizlenme gereği konusunda uyarılarda bulunmuştu. (s. 262)  Onu bir kez dinleyen ve eli silah tutabilen bütün erkekler ailesiyle vedalaşıp, onları Allah’a emanet ederek cepheye koşuyordu. “Anadolu Hareketi”nin başladığı günlerde de Sebilürreşatidarehanesindeki bir sohbette bu hareketin İttihatçılık’la irtibatlandırılmasını kabul etmiyor ve yine “Bu memleket meselesidir” diye bağlıyor sözünü. İstiklal Marşı için takdim edilen 500 lirayı fakir çocuk ve kadınların hayrına Darülmesai’ye bağışlıyor. Üstelik o dönemde, kış ortasında Ankara’da paltosuz geziyor, bazen arkadaşı Baytar Şefik Bey’in paltosunu ödünç alıyordu. Askerlere cesaret vermek için cephe cephe dolaşır. Düşmanın çıkardığı yangınları söndürmek için kovalarla su taşır; oğlu Emin de yanındadır.

Beş yıl içinde nasıl da değişir bir savaşın ardından gerçekleşen yeniden kuruluşun seyri! Oğlu Emin’i nereye kadar yanında tutabilirdi. Şahitlik ettiği olaylar ve değiştiremeyeceğini fark ettiği süreçler, zor anlarında hep yanında bulduğu Halim Paşa Ailesi’nin yurduna götürür onu. Mısır’a gitme sürecini ve oradaki hüzün uyandıran yıllarını anlatırken Kahraman, Akif’in, hep konuşulduğu gibi şapka giymemek için kendi kendini sürgün etmediğini anlatıyor. Akif kuşkusuz kahramanlık iddiası gütmeden, takva üzere yaşamak neyi gerektiriyorsa onu yapmaya, onu yazmaya çalışıyordu. Said Nursi’nin inzivasını “Pozitif protesto” şeklinde tamımlarken Akif’in 1925’de Mısır’a gitmesini “negatif protesto”  diye tanımlayan Ümit Aktaş, bu yaklaşımını şöyle izah ediyor: “Akif’in bu tavrı, İslâmcıların tarihlerinde önemli bir kırılmaya yol açacak; bir bakıma tarihselliklerinde bir kopukluk yaratacaktır. ‘Kendi yurdunda parya’ olmak gibi bir sürgünlük travması ve yurtsuzluk düşüncesi, uzunca bir süre de atlatılamayacaktır.”[3]

Kuşkusuz zor bir dönemin çalkantıları içinde sergilediği çaba Akif’in kendisini olduğu gibi ailesini de derinden etkilemiştir. Askerliğini yapması için Türkiye’ye gönderdiği oğlunun hayatının bir daha istikrar bulamayışında, Kırklareli’ndeki asker koğuşunda önüne çıkan “pozitivist/modern Türkiye”nin tabi tuttuğu sınav belirleyici olur. Ailesinden uzak genç adam bir daha kendini toparlayamaz.

 “Bir Oğul Verip Şiirini Kurmak” başlıklı bir yazı yazmıştım Furuğ için. Furuğ’un meselesi edebi kamudaki kaçınılmaz yalnızlığını koyultan baskılarıydı eşinin. Mehmet Akif ise sözüne sadık olma, aslında takvasını koruma çabasında o kadar yalnızlaştı ki zaman akıp giderken, ailesini de kuşattı bu yalnızlığın baskıları. İleri görüşlerini umursamayan bir akışı vardı çığırından çıkan bir pozitivizmle yabancılaşmaya götüren modernliğin. Bu endişelerine rağmen Emin’i askere göndermesi bir yurduyla buluşturma çabası gibi gelir bana. 

Kahraman’ın kitabında en etkileyici bulduğum bölümlerden biri, “sıla”da yaşadığı gurbeti anlatan yolculukları. Dostlarının ilgisine karşılık geç yaşlarında Mısır’da da bir hayat mücadelesi vermektedir. 1935 Temmuzu’nda Cebel-i Lübnan’a doğru yola çıkar. Kudüs, doktor muayenesinden geçtiği Beyrut, Aliye yakınlarında bir köy oteli… Akif sıtmadan mustariptir, ancak dostsuz da duramaz. Yeni tanışmalarla genişler yine arkadaş çevresi. Derin hayal kırıklığının dönmeyi göze almasına engel olduğu Türkiye’nin etrafında gezinirken, bir nefes alma ihtiyacı içinde gibidir. Rıza Tevfik, ziyaretinde onu çok yorgun ve zayıf bulduğunu kaydetmiştir not defterine. Buna rağmen Emine Abbas’a yazdığı mektupta, “yemyeşil bir Türk yurdu” diye söz ettiği Antakya’ya gitmekten kendini alamaz. “Türkçe konuşan insanlara susamıştı.” (s. 404) Daha ne kadar yakınlaşabilir? Onu Türkiye’den ayrılmaya zorlayan “rapor takipleri” buralarda da sürüyordur. Kiminle toplanıyor, neler konuşuyor. Rapor tutan, kendi işini önemli kılmak için ille de abartır. Sohbetlerde sarf etmediği kelamlarla suçlanır. Muhtemelen eşinin hastalık haberini aldığı için, iki hafta daha kalmak istediği Antakya’dan erkence ayrılır. Bu dönme kararında oğlu Emin’in “irtica” suçuyla tevkif edildiği haberini almış olmasının rolünden de söz edilir. Asker koğuşunda Kur’an tefsirinin suç olacağını gerçekten de bilebilir miydi yurduna askere gönderilmiş genç? Emin, baba dostlarına yazdığı mektuplar zamanında yerine ulaşamayınca Kırıkhan’da bulunduğu hapishaneden kaçar ve Antakya’ya yarım saat kala bir mesafede tutuklanır. Baba oğul birbirine onca yakınken görüşemezler.    Emin’in babasına kavuşma çabasının anlatıldığı paragrafları yüreğiniz sızlamadan okuyamıyorsunuz.  Üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılabilir bu kopma ve buluşma günlerinin, romanlar yazılabilir, filmler çekilebilir ki bunların yapılmaması aslında şaşırtıcı.

Akif’in hastalığının ileriki safhalarında memlekete dönüşünde karşılaştığı ilgi, siyaset ve kültürde eksik kalan, boşlukta olan, bir gerilimi belirginleştiren sorulardan bağımsız değerlendirilemez.  Âlim Kahraman’ın büyük emek ürünü kitabı, kültür, siyaset ve toplumsallıkta sürekli bağlantılar kurarak yol alırken bir noktada kendini kenara çeken, ancak bu çekilme sebepleri üzerine düşünmeyi gurbette sürdüren imanlı bir şairi çoklu açılardan tanıştırıyor okuyucuya. Gurbet galiba borç isteyecek bir insanın bulunamadığı yer de… Her Akif kitabı bir başka eksiği tamamlayarak bir atölye çalışması gibi yepyeni sorular bırakıyor arkasında.


[1]Âlim Kahraman, Mehmet Âkif-Tutuşmuş Bir Yürek, Adanmış Bir Hayat, Büyüyenay Yayınları, İstanbul, 2020.

[2]JacquesRanciere, Cahil Hoca, çev. Savaş Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s.60.

[3]Ümit Aktaş, Bir Kriz Sürecinde Strateji Arayışları,Okur Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 56.