
On bir yaşındayken gittiğim yatılı okulda altı yıl geçirdim. Bu konuda aklıma gelebilecek bütün şikayetlerin cevabını babam en başında vermişti: Şanslısın, buna senden çok ihtiyacı olduğu hâlde gidemeyen o kadar çok çocuk var ki…
Refahiye’de henüz lise açılmamıştı. Tahsilimi sürdürmemeyi aklıma bile getirmezdim. O yüzden de tatillerde eve geldiğimde, okul hakkında olumsuz tek cümle çıkmazdı ağzımdan. Eve dönüş için ise haftaları sayardım okulda, sonra ayları. Mevsimler mevsimleri, yıllar yılları izlerdi. Evdeyken, orada bıraktığım, birlikte büyüdüğümüz arkadaşlarımı özlerdim. Okuldayken, kalabalıktan bunaldığımda ve hastalanıp revire düştüğümde, annemin dokunuşlarını özlerdim ve oturma odasının en sıcak köşesini. Şu da var ki bırakıp da giden o çocuk olmaktan çıktığımı fark ettirirdi, elimde bavulla kapıyı çaldığım anlar. Döndüğüm yer, bıraktığım yer olamıyordu bir türlü.
Sadece yatılı öğrencisi yedi yüzü bulan köy enstitüsü kalıntısı okulda, içimde bir ıssızlık, bir sürgün hissi geliştirdiğimi fark ediyorum geriye dönüp baktığımda. Kalabalığın bir etkisi, içime çekilerek kendimi korumak olmuştu. Birinci sınıftayken hele, sınıfın iki senelikleri ve yukarı sınıftan kimi öğrencilerin varlığımı didik didik ettiği hissine kapılırdım sıklıkla, kendilerine de yapılmış olanın acısını çıkarmak istermişçesine. Oturup kalkmama, saçıma başıma, kullandığım kelimelere, giyim kuşamıma laf eder, birlikte dolaştığım kişilere karışırlardı.
Yukarı sınıflarla ilk sınıflar arasında ablalık-kardeşlik sistemi vardı. Buna benzer başka bir sistem ise köylülüktü. Bir şehrin merkezinden veya ilçelerinden de gelmiş olsa öğrenciler, birbirlerini ‘’köylüm’’ diye çağırırlardı. Çeşitli binalarla geniş bir sahaya yayılan okulumuz Köy Enstitüsü’nden dönüştürülmüştü ve o okullara özgü pek çok özelliği barındırıyordu bünyesinde hâlâ.
Yatılı okula geleyim diye can atmıştım ama ne dişliydim ne de gözü açık. İpte asılı çamaşırlarımı ve paramı çaldırır, nevresim veya ayakkabı verildiğini sonradan duyardım. Gerçi arkadaş canlısıydım, ama büsbütün kaptırmazdım kendimi arkadaşlıklara, rahatsız edici bir söz, bir davranış üzerine geriye çekilirdim. Sınıf arkadaşlarımın ıssız köşelerdeki sigara kaçamaklarına asla dahil olmazdım. Etütlerde arka sıralara kümeleşerek hoşbeş edenlere dahil olmaktansa, ödevlerimi yapar, derslere hazırlanır, kitap okurdum.
Problemli öğrencilerin kolaylıkla hedefi olabilirdim, neyse ki edebiyat ve resim derslerindeki başarılarım bir korunma sağlıyordu bana. Hastalıklardan korunmayı ise başaramıyordum.
Takır takır öksürükler, gripler, bronşitler olağandı. Revirin hemşiresi Azime Hanım, hepimizin annesiydi; kendi çocuğunu hatırlamadığım bir sebeple yitirmiş hüzünlü bir anne. Soba üstünde bize kestane pişirir, sıcak bir şeyler içirmeye çalışırdı.
Tatillerde eve dönüp de annemin sıcak ellerini tuttuğumda, o anlarda donup kalayım isterdim. On bir yaşındaki çocuk koca koca nevresimleri ne kadar temiz yıkayabilir? Belirttiğim gibi, köy enstitüsü geleneği hâlâ kısmen işliyordu. Saha temizliğine çıkıyor, nöbetleşe sınıf ve koğuşlarımızı temizliyor, mutfakta sarma sarıyorduk. Sabahları etütten önce ront veya folklor oynuyorduk. Flüt veya mandolin çalıyor, dikiş öğreniyorduk. Pingpong masaları elimizin altındaydı, voleybol sahası da. İkinci dönem, yıl sonu müsamereleri için çalışmaya başlıyorduk.
Yatılı okulumuz bütün bu modernliğini tamamlayacak şekilde, belirgin bir disipline dayalı ‘’püriten’’ bir eğitim anlayışı sergiliyordu. Bizi okutan devletimize ve milletimize borçlu olduğumuz sıklıkla vurgulanırdı. Çok çalışarak hak etmeliydik bu bağışı. Eğitim şefi anne babalarımızın emanetleri olduğumuzu da hatırlatırdı merasim sahasında. Onların yüzünü kara çıkarmamak ve bize bu okulda eğitim görme hakkını tanıyan devlete karşı borçlu olduğumuz için, attığımız her adımın hesabını yapmalıydık.
Kıyafetlerimiz bir dönem İGS’ye diktirtilmişti. Kumaşları kaliteli, şık formalardı, öyleyken, herkes aynı giysiyi giydiğinden, sıradan görünürlerdi. Etek boyları diz altı olsa da bazı öğrenciler onu diz üstüne çekmeyi başarıp eğitim şefimiz Hamdi Bey’in merasim sahasında uzun bir nutuk çekmesine yol açarlardı. Makyaj yapan bir kızı aleni bir şekilde işaretle tenkit ettiğini hatırlıyorum. Yadırgamış, kızla birlikte sanki ben de yerin dibine girmiştim. Ailelerimiz tarafından okula emanet edilmemiş miydik? Ailemizin yüzünü kızartacak bir hata, bir suç işlediğimizde, kendisinin bundan mutlaka haberdar olacağını vurgulardı. Hafta sonlarında Beşikdüzü çarşısına çıkma iznimiz vardı. Hamdi Bey’in kınama dolu, sert bakışları bizi takip edermiş gibi gelirdi çoğumuza. Eğitim şefimizin, ilk bir ay içinde olmalı, uyum sağlayamayıp aile özlemi içinde okuldan kaçan bir köylümüzü, Trabzon’da otobüse binerken yakalayıp saçı başı perişan bir hâlde okula getirdiğini de ilkokuldan itibaren sınıf arkadaşım olan Sebahat Sipahi hatırlattı, bu yazıdan söz ettiğimde.
Okulda bir abla-kardeş sistemi olduğuna değinmiştim. Babamın Refahiye Cemal Gürsel İlkokulu’ndan öğrencisi Zeliha Avcı ve ilkokul öğretmenim Kenan Demirci’nin kızı Ayfer Demirci ilgilenirlerdi benimle, bu nedenle de ayrıca bir ablalık-kardeşlik bağına açık olmadım. Zeliha abla şimdilerde Yalova’da yaşıyor. Sık sık telefonla konuşup o günleri yad ediyoruz.
Ortaokul dönemi alışmanın sakarlıklarıyla geçti, en azından kendim için söyleyebilirim bunu. Bitlenerek döndüm eve ilk 15 tatilde, bir sonraki senenin 15 tatilinde ise uyuz götürüp evdekilere de bulaştırdım. Aslında okulda tedavi yapılmıyor değildi, ama, gidip de bir barakanın önünde kuyruğa girmeyi gerektiren uyuz ilacını almaya utanmıştım. Daha 12 yaşındaydım. Sonra, banyoda bir yerlere bırakılmış yarısı dolu ilaç şişelerini alıp gecenin köründe lavabolarda kendi kendimi tedaviye çalışmıştım. O sene uyuz, yatılı okullardan dönen öğrencilerin getirdiği virüslerle bütün kasabaya yayılmıştı. Hastalığımı tedavi eden de Refahiye’nin efsanevi doktoru Fahreddin Uğur olmuştu.
İçine kapanık, daha çok kütüphanede vakit geçirmeyi yeğleyen bir öğrenciye dönüşmüştüm ilk iki yıl içinde. Kütüphane, aile ortamını bir süreliğine yanı başıma taşıyan mekândı, hasret bastığında oraya koşardım. Bu arada evden de kitap kolileri gelirdi. Birçok arkadaşıma aileleri yiyecek paketleri gönderirken, benim babam kitap gönderirdi.
Bahsettiğim içe kapanma eğilimini Ümit Aktaş, aynı zamanda Refahiye’deki çoluk çocuk o daracık sobalı odaya kapandığımız uzun süren kışlara bağlar. İnsan ister istemez elde bir kitapla kendine ait bir dünya oluşturmaya alışıyor o sınırlı mekanda sığındığı köşede. Yatılı okul zaten kapalı bir ortam, bir de sizin içinize kapanmanız iyi sonuçlar vermiyor. Sınıftan gezip dolaştığım arkadaşlarım hiç yok değildi, köylüm olan abla ve akranlarım sayı olarak zaten kalabalık bir grup teşkil ediyordu. Ancak ben bireysel varlığımı çerçeveleyen veya baskı altına alan gruplaşmaların dışında kendimi daha iyi hissediyordum.
Üçüncü sınıfta bütün bunlar çok gerilerde kalmış gibiydi. Sosyalleşmeye, ‘‘köylü’’lerimin dışında yakın arkadaşlar edinmeye başlamıştım. Cumhuriyet’in 50. Yılı dolayısıyla düzenlenen şiir yarışmasında birincilik ödülünü almamın da bunda rolü vardı. Ödülüm, Cahit Öztelli’ye ait Evlerinin Önü başlıklı bir türkü antolojisiydi.
Yine üçüncü sene olmalı, o dönemde yakın arkadaşım olan Nevin’le tuttuk Kelebek gazetesinin okuyucu sayfasına bir mektup yazdık. Genç öğretmen adaylarının şikayetleriyle mi doluydu mektup, memleket meseleleriyle mi, yoksa yatılı okulun problemleriyle mi, hatırlamıyorum. Ancak içeriği eğitim şefimizin hiç hoşuna gitmemişti. Kucak kucak mektup geliyordu adımıza. Mektup zarflarını nöbetçi öğrenci, ikinci kattaki bir odanın penceresinden, üzerinde yazılı ismi okuduktan sonra merasim sahasında bekleyen topluluğa doğru savururdu. Üzerimize sayısız zarf yağmaya başlamıştı. Ancak kısa sürdü bu mektup yağmuru. Meğer eğitim şefimiz duruma el koymuş. Onun odasında sorgulanırken, her şeyin mahvolduğu hissi içindeydim. Ben ülke meselelerine kafa yormaya çalışan bir öğretmen adayı değil de bütün memlekete kendini rezil kepaze eden densiz bir öğrenci miydim yani? Peki ya ailelerimiz duyarsa ne olurdu hâlimiz?
Yatılı okul düzeni, sürekli tetikte durmayı gerektiren bir işleyişe sahipti. Yemekhane, çarşı, film akşamları, hamam, çamaşırhane, ütühane… Hep bir yer kapma savaşı vardı. İlk yıllar hele, kurallara uygun hareket eden öğrenci hemen her zaman karnı aç vaziyette çıkardı yemekhaneden. Pişkin öğrenciler karavanadaki yemeği tabağına seçerek alır, sepetteki ekmekleri masaya oturur oturmaz kapışırlardı.
Etüt aralarında kışın koridorlar, kolkola yürüyen kankaların istilası altında olurdu, giderek ben de katıldım onlara. Yazın ise bu yürüyüşler okul binasının önündeki parkları dik ve enlemesine kesen yollarda sürdürülürdü. Kalabalıktan yıldığım anlarda, elimde bir kitapla türlü türlü ağaçlar ve çiçeklerle kaplı parklardan birinde alırdım soluğu. Piyes türü ilk ve tek metnimi de bu parklara gide gele yazdım. Üçüncü sınıfta ise edebiyat öğretmenim Özgül Hanım’ın ısrarıyla Göcekler Göğerince isimli piyesle yıl sonu müsameresine dahil oldum. Bu piyeste rol almak beni gerçekten de değiştirdi. Ancak siyasal kamplaşmalarda bir tarafta yer alma gereği de etkilemişti kabuğumdan çıkmayı.
Milliyetçi Cephe yıllarında minyatür bir Türkiye ortamı gibiydi okulumuz. Koridorların duvarlarındaki Aydınlanma düşünürlerine ait çerçeveletilmiş sözlerin yanına Osmanlı padişahlarının portreleri asılmıştı. 4. sınıfta, Fen Şubesi öğrencisiydim. Sınıf ahalisi sağcı solcu diye ikiye ayrılmıştı. Hatıra defterleri karşı kamp tarafından çalındığı için, sınıfta hep bir nöbetçi bırakmalıydık. Bir grup elinde Yeni Ortam gibi gazeteler taşıyarak dolaşırdı, bir grup Hergün gazetesi. Solcular Edip Akbayram’ın ‘‘İnce İnce Bir Kar Yağar Fakirlerin Üstüne’’ şarkısını, ülkücüler ‘‘Çırpınırdı Karadeniz’’ marşını adeta çatıştırır gibi okuyarak, yürürdü yollarda. Öğretmenler de sağcı-solcu diye iki gruba tasnif edilmişti. Bunun bir istisnası, parmağında gümüş yüzük taşıyan matematik öğretmenimiz Ahmet Muhtar Bayraklı’dır. Sağcı veya solcu olsun, öğretmenlerimin hemen hepsini saygı ve sevgiyle anıyorum hep. Solcu Sevil Kurt, yalnız bayramlarımızda kocaman bir çikolata kutusuyla girerdi sınıfa. Ülkücü Abdullah Akın, kırılan gözlüğümü tamir için işi gücü bırakıp çarşıya gitmeye üşenmemişti. Ahmet Muhtar Bayraklı, üniversite sınavlarına bizi hazırlamak üzere son derslerden sonra yorgun argın iki saat matematik kursu vermeyi üzerine almıştı.
Din dersi kitaplarına yönelik hakaret içeren cümleler kuran solcuların yanında olmaktansa, ülkücülerle birlikte takılıyordum. Solcu arkadaşlarla iftar ve sahur sofralarında buluştuğumuz oluyordu. Amerikalıların artık yemediği peynirleri biz öğrencilere sunuyorlardı kahvaltıda; tüm bunları birlikte sorgulardık. Tuvalet duvarlarına yazılan ‘’Kahrolsun Amerika’’ şeklindeki sloganlara niye, hangi sebeple tepki gösterecektim ki… Bir gün merasim sahasında karşılaştığım Hamdi Bey’e, ‘’Hocam neden kütüphanede Nazım Hikmet kitapları yok?’’ diye sordum. O da beni şu klasik cevapla azarladı: ‘’Sana ne, senin ne üstüne lazım bu işler, sen derslerine bak!’’
Aynı azarı evdeyken, sendikacı ve muhalif bir öğretmen olan babamdan duymaya başlamıştım: ‘‘Senin ne üstüne lazım bu işler, dünyayı sen mi kurtaracaksın?’’ Uyarılar fayda etmiyordu. Yatılı okuldaki kutuplaşma gerginliğini eve yansıtmaktan çekinmiyor, misafirlerle siyasi tartışmalara giriyordum.
Bu arada ailem, Boğaz Köprüsü’nün açıldığı sene İstanbul’a taşınmıştı. Yaz tatili için döndüğümde, geçmişte hiç olmadığı ölçüde yabancılıyordum varlığımı, bir apartmanın beşinci katında bulunan yeni evimizde. Sanki sonsuzca yatılı okul olacaktı mekanım, sanki asıl ailem, gece gündüz birlikte yaşadığım ideolojik açıdan da yakınım olan arkadaşlarımdı. Hatırlarım, Küçükyalı’da oturduğumuz Gülgün Apartmanı’nın beşinci katından, arkadaşlarımdan mektup gelmiş olabilir diye defalarca inip posta kutusunu kontrol ederdim. Kütüphanede okuduğum dergilerin mekanı Cağaloğlu’nda keşif gezilerine çıkmak için sabırsızlanıyordum. Yatılı okulda kütüphane bana aile ortamı havasını yaşatıyorsa, evde de kitapların arasında yatılı okuldaki Cihan’a dönüşüyordum. Şu var ki ağabeyimin kütüphanesine ait kitap ve dergilerle başka bir dönüşüm geçirdiğim de muhakkaktı.
Aynı ortamın etkisi ileriki yıllarda bir kapalı alan korkusu ortaya koydu bende. Bir o yana bir yana yürürken, duvarlara veya kapıya yaklaştığımda, kuş olup uçma isteğine kapılırdım okulda. Mezun olduktan sonra, yıllarca, bodrum katlar ve kapalı otoparklarda boğulma duygusu yaşadım, hasbelkader girdiğimde bir an önce kendimi dışarı atmaya bakardım. Bu boğulma hissi nasılsa on yıl kadar önce geçti.
Yatılılık yürüme alışkanlığını bıraktı bende, bir de yürüyerek okumak, sağımda solunda boş vakitte okunabilecek bir şeylerin bulunması gereği… Sebahat, ‘‘Sen hep kitaplar tavsiye ederdin. Anna Karanina’yı okuyun kızlar, çok önemli bir roman, sonra okumazsanız çok şey kaybedersiniz,’’ dediğimi de hatırlıyor. Ayhan Babaoğlu, Leyla Özkurt, Melek Beyazit, Nimet Baştürk, Sebahat Sipahi… 4-A Fen Sınıfı’ndan itibaren üç yıl aynı sınıfta okuduğumuz birkaç arkadaşımızla Whatsapp kanalıyla haberleşmeye devam ediyoruz. Ne yazık ki bu grubun kurucusu, ilkokulun ilk sıralarından itibaren liseyi bitirinceye kadar sınıf ve sıra arkadaşım olan Melek (Beyazit) Bayram, Korona salgınının ilk yılında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Yatılı okumasaydım hayatımda nelerin değişeceğini düşünürüm zaman zaman. Bana çok çektiren, dönem dönem öksürmekten bitap düşüren alerjilerim daha baş edilebilir bir düzeyde seyredebilirdi. Yatakhanemiz, tahtaları eskilikten kararmış, çatısından su sızdıran iki katlı ahşap bir binaydı. Gözde büyüyen, kişisel usullerle basitleştirilen ev işleri, gözde büyüyen toplumsal ilişkiler… Bir evi çekip çevirecek terbiyeden yoksun değilsem de, yatılı okulun, gündelik hayata dair çeşitli incelikleri imtihanlar ve faaliyetler adına boşvermeye sevk eden temposunu kısmen evlilik hayatıma taşıdığımın da ayırdına vardım, yıllar akıp giderken. Şu da var ki yatılılık, öz kardeşlerimiz dışında başka kardeşlerimiz olduğunu da öğretiyor, onların arayışına düşürüyor, öylece oluşan bağı kurmanın inceliklerine açıyor benliğinizi. Kapalı bir mekân olan yatılı okuldaki eğitimin bana ve arkadaşlarıma yüksek düzeyde bir kamusal katılım bilinci yüklediğini ise çok zaman sonra fark edecektim. Foucault, hümanist çağda ‘’kapatılmaya’’ dayalı bir disiplinin, ‘’hak özneleri’’ oluşturduğunu öne sürer. Dolayısıyla kapalı bir mekânda belli ödevler yükleyen bir disipline tabi o öğrencilerin çoğu kaçınılmaz olarak, söz konusu mekândan zihinlerinde uçuşan türlü soru ve sorgulamalarla ayrılacaktır.