Cihan Aktaş

Kadından şair olmaz, denilirdi. Furuğ vardı, Gülten Akın vardı oysa, Yaşar Nezihe Bükülmez vardı. Kadından romancı olmaz denilirdi. Adalet Ağaoğlu vardı, Doris Lessing, Simin Danışver vardı. Adalet Ağaoğlu yazarlığıyla birkaç kuşağa kadın olsun erkek olsun cesaret verdi susmayan kalemiyle. Dönemsel ideolojik kalıpların kolaycılığına kapılmadan iyi romanlar, bu toplum için anlam ifade eden romanlar yazmanın peşinde oldu. Başarı vaat ederken klişelere gömen çevrelere sığınmaya da gönül indirmedi. Her türlü iktidar hegemonyasını sorguladı, sorgulayabilme konumunda tutan bağımsızlığın, bir tür bağlanmayla birlikte nasıl mümkün olabileceğini tartıştı. Yazma sebeplerini sahipleniyor ve peşinde gidiyordu. Ölmeye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi romanlarıyla bir üçleme oluşturan, bu üçlemenin sonuncu kitabı “Hayır”, dayatmalara ve tahakküme karşı düşünümsellik savunusunun  ve “rıza” arayışının romanıydı. Dönemler geçer ve aynı soru yeniden kendini hatırlatır: Bütün baskılara ve dışlanmalara, yanlış anlamaya dayalı ithamlara karşılık hangi sebeplerle “intihara meyletmeden” yolculuğunu sürdürebilir bir düşünce insanı… “İntihar” burada kuşkusuz hayatını heder etmenin de adı.

Samimi, içten, doğru, kalıcı ve anlamlı bir tek cümleyi yazabilmenin nasıl da büyük bedeller istediğinin irdelemesidir “Yalan.” Sayfalarında ilerlerken tek bir kültürel iktidarın olmadığını, çeşitli hesaplara dayalı listelerle oluşturulan irili ufaklı iktidar alanları olduğunu düşündürüyor okura. Bu alanlarda hakkaniyetli davranmak nadiren bulunabilir bir erdem.  Kendinize verdiğiniz sözleri unutursanız koroya katılırsınız, aksi halde sözünüzün kuru gürültüyle bastırılıp tanınmaz hale geldiği bir karmaşaya hazır olmanız gerek. Şair kendi kamusunu inşa edebiliyorsa (Valery) roman yazarı neden yapamasın bunu? Adalet Ağaoğlu’nun yazarlığı bir bakıma bu tutkulu inşanın da hikayesidir. Susmak dünyanın sonunu getirirdi erkence,  yazdıkça ise bir şey sanki hep ayakta durabilirdi aralıksız.

Bir romancı soluğuyla uzun öyküler yazıyordu. Vefatından üç dört ay kadar önce Sessizliğin İlk Sesi’ni okuyup “Eskiden, Bir Sabah”ı sosyal medyada yorumlamıştım. Kahramanımız kitapçıda bir davaya hizmet ağının dışında gördüğü herkese rahatlıkla kaba davranma hakkını kendinde gören bir gençle karşılaşıyor. 1970’ler. Ancak karakterler bugün de aramızda dolaşıyor.  Fanatizm, haklılık payını başkasının sözüne kulak tıkamakta aramak; Adalet Ağaoğlu ideolojiler çağının büyüttüğü önyargılara düşmeden dinlemeyi sürdürmesine de borçluydu tıkanmaya düşmeden yazmayı. Elbette ailesinin sağladığı çok taraflı bakabilme zenginliğinin de altını çizmeliyiz. Vefatından bir yıl önce gazetesinde yayımlanan röportajında anne babasının Osmanlı ahlakıyla yetişmiş, kendisinin ise Cumhuriyet kuşağı olmasının yaşattığı –Ölmeye Yatmak’ta irdelediği- ikileme değiniyordu:  “Babamın hafız olduğunu uzun süre söylemekten çekindim. Çünkü o dönemde İslam’a doğru bakılmıyordu. Çok yanlıştı bu. Hayatım boyunca sadece şiddete karşı oldum; inançlara karşı olmadım. Yalnız içinde şiddet olan inançlara karşı durdum.” Anne ve babasının kuşağının “eski yazı” bilirken yeni alfabe geldiğinde cahil konumuna düşmesinin yaşattığı dramı otuzundan sonra anlamıştı. “Kökten değişim çok tehlikelidir. Alt yapısı olmadan değişim yapılmamalıydı. Yoksa dramlar yaşanıyor.” diye vurguluyordu. *

Toplumsal meseleleri dert eden romancılar metne yoğunlaşma zamanını hep bir borçluluk duygusuyla yaşarlar. “Göç Temizliği” başlıklı anı kitabı yayımlandığında  56 yaşındaydı Adalet Hanım ve kuşağından erken ölenlerin hayatından çalıyormuş gibi yaşamanın burukluğunu dile getiriyordu, evrakı metrukesini karıştırırken. Kahredici baskılara dayanamayan arkadaşların düşüncesi, birbiri ardı sıra akan yıllarda kurgulara karışır, kelimelerin seçimini belirler.  Bir hayat en layık biçimde nasıl yaşanır, “onun adına” da nasıl sürdürülür, hiç tamamlanamaz bu sorunun cevabı. Muhasebelerini sürdürerek 34 yıl daha yaşadı Ağaoğlu ve eserler vermeye devam etti. “Hayır”ı 12 Eylül’ün puslu atmosferi henüz sürerken yayımlattı. Fildişi kulesinde yaşayan bir yazar olmadı, dönemlerin zorlu sorularına yapıcı bir cevap aradı ve her zaman bir tür riski göze alarak bazen “evet” dedi bazen de “hayır”!  Burada işte böyle kesin bir hükme sahiplik, biteviye sürdürdüğü muhasebelerle esniyor ve hakkaniyete açıyordu kalemini. 

 Yazmanın yeterli bir eylem sayılmadığı hissini yerleştirir ideoloji. Alejandro Amenábar’ın Unamuno’nun İspanya iç savaşındaki rolünü konu alan 2019 yapımı etkileyici filmi “Mientras dure la guerra”da, darbeci general ve yazar arasında bir tartışmada dile gelir masa başıyla savaş cephelerini kıyaslatan bir kuşku. Kim daha fazla tehdidi göze alıyor, kimin işi daha büyük risklere açık? Yazmak sadece “keyifli” bir uğraşı olamaz, fakat yazarın rıza değil de keyif peşinde olduğu da kimin önyargısı… Zorlu dönemeçleri yeniden tanımlamak yeni türde bir dışlanmayı da göze almak demek, Unamuna kendisini statükoyla işbirliğine zorlayan sayısız sebebe rağmen bunu göze almıştı. İdeolojiler çağının yazarı Adalet Ağaoğlu da böylelikle önüne çıkan uyum konforuna  teslim olmadı.  Öncenin yargıları ve sonranın kuşkuları arasında duran o kritik yorum anında kendi düşünce macerasının gerektirdiği söze sadık kaldı.  “Yetmez ama evet” dediği için kuşkusuz teoride fikir özgürlüğünü koşulsuz savunan çevreler tarafından linç edildi. Bu kararı yüzünden pişmanlık belirtmedi, ancak kararının siyasette bulduğu karşılık konusunda eleştirilerde bulunmaya devam etti. 

Naipaul’un Onur Konuğu olarak davet edildiği 2010’da gerçekleşen Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nda benzeri konularda sohbet etme fırsatı bulmuştuk. Ben Naipaul’un konuk olarak davetini protesto için programdan çekileceğimi duyurmuş, ancak gelmediğini öğrenince de programa katılmıştım. Naipaul’un Hindistan’da 1992’de Babri camiinin Hintli aktivistler tarafından yıkılmasını getiren, sayısız Müslümanın ölümüne yol açan olayları “yaratıcı tutku” ifadesiyle değerlendirdiğini biliyordum, tepkimin sebebi de buydu. Programa katılan birçok yazar, aralarında olduğum bir grup yazarın Naipaul’un onur konukluğuna yönelik protestosuna tepkiliydi. Davet edilmiş bir yazarı protesto etmektense oturup dinlemek gerektiğini söylüyorlardı. Adalet Ağaoğlu da, “Naipaul gelseydi keşke, ona soracağım sorular vardı.” diye konuştu. Bu sözünü zarif bir eleştiri olarak anladım. Ancak protestomun hâlâ doğru olduğunu düşünüyorum.“Onur Konuğu” payesi vermek o kadar kolay olmamalı. Masa başında yazmayı sürdürürken dile gelen cümleler aralarında derin acıların gerilimi bulunan kesimleri nasıl etkiler, kelimelerin etki gücüne inanan bir yazarın göz ardı edebileceği bir soru değil bu.  

İşte böyle şeyleri onunla konuşurken bir dil anlaşmazlığı yaşamamıştım, memleketini seven, bu memleketin insanlarını anlamaya çalışan bir yazardı. Gerçi Yazsonu’nu okuduğumda sol görüşlü bir aydının halk korkusuna dair ifadeleri yakalayıp rahatsız olduğumu hatırlıyorum. Ancak kitap aynı zamanda çok sonra fark ettiğim yaygın bir olguyu ustalıklı bir dille işlemesiyle de hep aklımda kalacaktı. Gençlerin bir o taraftan bir bu taraftan faşistler veya komünistler tarafından öldürülmesinin olağanlaştığı günlerde oğullarının kamplaşma çatışmalarında ölümünün haberi, aydın anne ve babanın arasında derin bir uçurum açacaktır. Çift, güneyde bir yazlık beldede bulunan evlerindeyken alırlar haberi. Kadın hiç vakit kaybetmeden hazırlanır hemen yola çıkıp oğlunun öldürüldüğü şehre ulaşmak için, kısa bir süre sonra kapı önündedir ve kocasının ağırdan almasının duyurduğu acı yabancılaşmalarının sebebi olur. O başka hiçbir şey düşünemezken kocası vanaları kapatmaya çalışıyordur, çocuğunun ölüm haberini alan bir baba bunu nasıl düşünür… Hızla yola çıkmak, bir an önce varmak belki başka bir haberi getirebilirdi, anne bunu düşünmeden edemez ama baba acı olayın olup bitmiş olduğu düşüncesiyle geride kalan hayatla, vanalarla uğraşmaktadır.

Ağaoğlu’nun yakaladığı “kaybedilen çocuk uçurumu” ayrılığına çocuklarını kaybedenbirçok çiftte rastladım. Ölüm sebebi ne olursa olsun çift kaybedilenin boşluğunda içine düşülen sorgulamalar yüzünden belki de birbirine katlanamaz hale geliyor. Kuşkusuz tersi örnekler vardır. Belki de güçlü bağın yitirilmesi, çoktandır mevcut olmayanı görünür hâle getiriyordur. Bunu bu şekilde okuyucuya düşündürmeyi de ancak büyük bir yazar yapabilirdi.

Kimi yazar disipliniyle bir öğrenme gerçekleştirerek gelişir, kimisi hiç de disipline gelemediği halde çalışma zamanını tutkusuyla var kılar. Bunlar kesişmeyecek şeyler de değil. Adalet Ağaoğlu yazarlığı hayatının merkezine yerleştirerek yaşadı, bu merkeziliği eşi Halim Ağaoğlu da destekledi, birçok metninde mühendislik imgelerinden yararlanmasında mühendis eşinin katkısı olmalı. Edebiyat dünyasında kadın yazarlar bağlamında çok rastlanmayan bir eş dayanışmasının güveniyle, uzun bir dönem boyunca ve farklı türlerde yazdı. Durmadan, sürekli, farklı türlerde “severek” yazdı, yazmayı bir öğrenme yolu olarak gördüğünü gösteriyor bu konudaki konuşmaları. Moda konuların değil kendi imgelerinin peşinden gitti ancak sürdürdüğü takiple kopmadı zamanından, bu nedenle nostaljiye de düşmedi. Bir tür hayat tarzı değişimi getirdi eşinin vefatı. Planladığı bütün kitapları yazarak mı kalemini durdurdu bilmiyorum, öylece kenarda bırakmış olabilir bazı dosyaları. “Hayatım boyunca yazmaya hiç ara vermemiştim ama Halim öldükten sonra tükendim, artık yazmayı bıraktım.” diyordu yukarıda alıntı yaptığım röportajında. Buna rağmen görece mutmain olduğu izlenimi uyandırıyor ifadeleri. Yeterince yazma zamanına sahipliğin bir imtiyazı olmalı sonu olmazmış gibi gelen bir serüveni bir yerde noktalama rahatlığı.

*”Adalet Ağaoğlu: Bu kadar uzun yaşamak istemezdim. Kendimden sıkıldım.”, Tuba Kalçık, 19 Ağustos 2019’da Sabah