Gülcan Tezcan

Tohum, Bahar 2020

Mimar ve edebiyatçı olarak baktığınızda sinema düşünce dünyanızda nasıl pencereler açıyor?

Sinema, binlerce yıldan beri sanki bütün ilim ve sanatların bu kurumu  icat edecek şekilde gelişerek geleceğe aktığını düşündürüyor bana sevgili Gülcan. Mimarlık, edebiyat ve sinema arasında birbirini besleyen bir etkileşim çok belirgin. Sinemanın icadıyla hiçbir sanat aynı şekilde kalmadı gerçi, tiyatro tereddütlere düştü, resim zaten fotoğraf makinesinin icadıyla kendine yeni yollar aramaya başlamıştı. Edebiyat büyük imtiyazı olan tasvir imkânını yeniden ele almak zorunda kaldı. Sinemanın canlandırma ve özdeşleştirme yeteneği edebiyatçı olarak metinlerimi film sahnelerinin ulaşamadığı bir açıdan kurgulama sorumluluğu yüklüyor bana. Yazar olarak bu arayışın içine doğdum, sinemanın güçlü etkisini dikkate almadan bir romanı, bir öyküyü tasarlayamayacağımı fark etmişimdir hep. Tabii sinema için de edebiyat özellikle kriz anlarının kurtarıcı kaynağı. 

Ekip çalışmasına uygun bir mizacım yok ne yazık ki, bu nedenle de mimarlık yapmayı sürdüremedim. Sinema ve mimarlık ekip çalışması gerektiriyor, yazarlıkta ise inşa tek başına gerçekleşiyor. Mimarlık gibi sinemadan da eserin güçlü temeller ve sütunlar üzerinde ayakta durabileceğini ve bağlantıların önemini öğrendim. Resim üzerine düşünürken sinemaya gönderdi beni sanatçıların görme çabasının açtığı yol. Geniş kitlelerin sanatı olma konusunda edebiyatın çok ilerisinde duruyor sinema,  edebiyatçı değişen toplumun ilgi ve sorularını sinema üzerinden öğrenebilir, metin yoluyla ulaşamadığı zihinlere bir film üzerinden ulaşabilir, bu nedenle Kemal Tahir, Vedat Türkali, Furuğ, Marguarite Duras gibi birçok edebiyatçı sinemayla ilgilendiler.

Sinema esinleriyle yazdığım birçok öyküm var, Lara Larissa gibi. Tabii film dilinden esinlendiğim Dr. Jivago aynı zamanda bir edebiyat şaheseri. Beğendiğim ve hatırladığım filmler her zaman bir metni nasıl farklı bir şekilde okunur kılabileceğimi düşündürür. Calvino’nun Amerika Dersleri’nde kurcaladığı üzere gibi, teknolojinin yaratıcı konforları alt üst ettiği bir bin yılın eşiğinde metnin hafifliği ve sağlamlığının nasıl sağlanabileceği sorusu üzerine düşünüyorum. Bu hafifliğin elbette kalınlıkla ilgisi yok, çevik bir akıştan söz edebiliriz belki. Sinema ve edebiyat karşılıklı olarak buluşlarıyla birbirini etkiliyor. Mesela Yüzüklerin Efendisi ile sinema kendine bambaşka bir yol açtı. Türk sinemasında ise bu konuda aklıma önce Cemo ve Gurbet Kuşları filmleri geliyor. 

Şark’ın Şiiri İran yıllardır sinema ile uğraşan ‘dindar’ kesimler için önemli bir başucu kitabı oldu. Hatırladığım Filmler ve Hayallerin Ötesi’ni yazarken muradınız neydi?

Şark’ın Şiiri özellikle İran sinemasından öğrendiklerime yönelik erken bir kitap.1985’te eşimin ailesiyle tanışmak için İran’a gittiğimde halkın sinemaya gösterdiği ilgi ve sinemanın da dini bir devrim atmosferinde bulduğu gelişme ortamı zihnimde sorular doğurmuştu. Çünkü aynı dönemde Türkiye’deki İslami kesimler sinema ve fotoğraf konusunda kuşkulu bir yaklaşıma sahipti. Yıllar akıp giderken sinema konusundaki sorularıma aradığım cevapların eseri oldu bu kitap. Çocukluğumdan itibaren süren sinema izleyiciliğimin de kendine has soruları birikiyordu bir yandan. Hatırladığım Filmler-Piltan Sineması, Parasız Yatılı ve Sonrası’nda sinemadan öğrendiklerini filmler üzerinden anlattım, Hayallerin Ötesi-Hayat, Temsil Sinema’da ise sinema üzerine düşüncelerimi ağırlıklı olarak yönetmenler üzerinden açmaya çalıştım. Her iki kitap büyük ölçüde Şark’ın Şiiri’nden sonra sinema üzerine kaleme aldığım, çoğunluğu Hayal Perdesi dergisinde Büyülü Gerçek başlığı altında yazdığım yazılardan oluşuyor.

Hayallerin Ötesi’nde sadece İran sineması değil çok farklı ülke sinemalarında dair de yorum ve değerlendirmeleriniz var. En çok ilgi alanınıza giren ülke sinemaları hangileri?

Gece gündüz film seyretmiyorum aslında ama seyretmeden geçmemem gereken filmlere vakit ayırmaya çalışıyorum. Öncelikle yazar olarak Türk sinemasında neler olup bittiğiyle ilgiliyim, daha önce de belirttim, bu sinema toplumumuzun eğilim ve eleştirilerini güçlü bir şekilde yansıtıyor. Bazen bir yönetmen tek başına ülkesinin sınırlarından taşan bir yetkinlik ortaya koyuyor, Bergman gibi, Ken Loach gibi.  Dersu Uzala’yı seyretmesem Kurosawa’yı merak etmeyebilir, oradan da mesela Ozu’ya ulaşamayabilirdim. Oysa Japon sinemasının kendi resim geleneğiyle etkileşimin bize öğreteceği çok şey var. Güney Kore, evet, merak ettiriyor. Bu yılın Oskar’ı Güney Koreli Yönetmeni Bong Joon-ho’nın Parazit filmine verildi. Küreselleşmenin ve dijital kültürün bildiğimiz sınıfsal ayrımlarda oluşturduğu yarıkları kurcalıyor bu film ama elbette verdiği mesajın gerçekliğe ne ölçüde karşılık geldiğini daha çok konuşacağız gelecek yıllarda. Çünkü bu arada Kim Ku-duk’un benzeri bir ayrımı çok daha etkileyici bir hikaye üzerinden anlattığı Boş Ev’inin (Bin-Jip, 2004) niye Oskar kazanmadığı geliyor akla. Yapılaşma ve tıka basa dolu gündemlerimizin ortamında izlemeye çağırmıştı beni Boş Ev. Bazen aklıma bir yanıyla aşina bir diyar geliyor, Özbekistan gibi ve sinemasında ne var ne yok diye bakıyorum, Şimdilerde Afrika’yı daha derin tanımaya çalışıyorum, kış mevsimini Kamerun’da geçirdim, bu arada Kamerun sinemasını da tanımaya çalıştım. Resimde, şarkıda, ağıtta, ninnide dile gelen varlık şimdi sinema yoluyla fışkırmaya çalışıyor Afrika’da. Ancak sinema hâlâ büyük ölçüde bir endüstri. Paranız ve bağlantılarınız yoksa, dijital teknolojiye rağmen sesinizi duyurmanız kolay değil.  

Özellikle genç sinemacılar dönük önemli uyarılarınız var. Sizce genç sinemacıların en temel eksiği ve yanılgısı nedir?

Öncelikle kendi hayat tecrübesi ve bakış açısıyla harmanlanmış  derin bir kültürün bilincine sahip olmak çok önemli. Sanat kuşkusuz sezgilerden de besleniyor ama bu sezgilerimiz bir etkenle harekete geçip tutuşuyor. Kendine ait farklı bir hikâyenin keşfi çıkış noktası olmalı, gerisi çalışmakla gelir. Bu da bir disiplinin yanı sıra içtenlik ve cesaret istiyor. Dikkatini ilgi görmekten daha çok tutkusunu geliştirmeye yönelten bir sinemacıyı eserinden tanıyorsunuz. Saf süt gibi bu açıdan sinema: Su katıldığını hemen belli ediyor. 

Gençlerimizi kendi hikâyelerini anlatmaktan alıkoyan şey nedir sizce?

Masalsı büyü teknoloji tarafından ele geçirilirken aileler ve eğitimciler bu geçiş sürecine yeterince uyarlanamadı sanırım. Her açıdan sert dalgalarla ilerleyen bir süreçten geçtik son elli yıl içinde. Sadece Türkiye yaşamadı bunun zorluklarını. Wallerstein 90’larda, elli yıl sürecek bir zor dönemden söz etmişti. Ulus devletlerin kapitalizmle bağdaşamamaktan ileri gelen krizi, küreselleşmenin sınır tanımayan arzuları, yeni teknolojilerin baskısı ve hayreti, cetvelle çizilecek yeni sınır düzenlemeleri için açılan savaşlar, göçler, adsız bırakılan mustazaf kitlelerin sefaleti, marka sömürüleri… Bir taraftan da bu sert süreci kendi değerleriyle tanımlamaya çalışan 80 kuşağının baskın hikayeleri gençlerimizi gerçekliğe yetememekten veya bazen gerçeklikle baş edememekten ileri gelen bir duyguyla fanteziye yöneltiyor. Onlar adına da akla gelebilecek bütün soruları sormuş, bütün cevapları da hazır etmiş gibiydik kuşak olarak çocuklarımızla konuşurken, sizin kuşak arada bir yerde duruyor. Tabii anlatma ihtiyacı sürprizlerle doludur, genç kuşakların hikâyeleri de çeşitli tecrübelerin ardından fışkıracak, ısrarlı bir çaba istiyor zaten sanat eseri her zaman.

Sizce Türk sineması neden kimliği ve toplumuyla barışamadı? Bunun tek sorumlusu sinemayı üreten ülkesine yabancılaşmış isimler mi?

Türk sineması ümmetten ulus yaratmayı hedefleyen bir toplumsal mühendislik faaliyeti olarak başladı. Hassasiyetlerini hafife alan, aslında bu hassasiyetleri karalayarak yok etme amacı taşıyan imgelerle dolu bir başlangıç mütedeyyin kesimlerin sinemaya mesafeli olmasının sadece bir sebebi. Müslüman kitleler ahlaklarına ve aile yapısına zarar vereceği endişesiyle sinemaya mesafe koydular. Bu endişe 20. yüzyılın başlarında şeyhülislamlarımız tarafından dillendirilmişti önce, zamanla, Osmanlı’nın çöküşünün ardından Cumhuriyet kurulunca karşı karşıya kalınan horgörü ve yok sayma diliyle bütünleşti. Âlim öngörülü olmalı oysa… Çarpık kullanım amacının öte tarafında göz ardı edilmemesi gereken bir dil, bir anlatım imkanı var. Sinema 1960’lara kadar ağırlıklı olarak değerleri tehdit eden bir araç olarak görüldü, başka bir açıdan bakılması nadiren mümkün oldu. Ancak hayat hep haklı çıkar. Kemal Tahir, Ayşe Şasa, Metin Erksan, Lütfi Akad, Mesut Uçakan, Yücel Çakmaklı gibi sinema emekçileri sinemanın halkı doğru tanımanın etkili bir aracı olduğu gibi,  halktan öğrenmenin ve halkla birlikte öğrenmenin de mektebi olabileceğini gösterdiler. Sinemaya mesafeli duran kitleler Yücel Çakmaklı’nın Kâbe Yollarında (1969) isimli filmini izlemek için sinema salonlarını doldurdular. Çocukluğumun geçtiği Refahiye’de fotoğraf çektirmekten kaçınan yaşlı kadınların bu filmi izlemek için defalarca sinema salonuna gittiklerini hatırlıyorum. 

Türkiye’de neden bir mânâ sineması ya da maneviyatçı sinema oluşmadı? 1990’lardaki denemelerin başarısız oluşunu neye bağlıyorsunuz? 

Mânâ Sineması biliyorsundur, önce İran’da bir tanım olarak öne sürüldü ama orada da aynı kalıp içinde durmadı. Her yeni hükümet kendi sinema tanımına da sahip olmak istiyordu, birçok alanda olmadığı kadar önemliydi çünkü sinemanın anlatım ve temsil gücü. Başlangıçta sadece “Devrim Sineması”ydı aynı sinemanın adı, kısa bir süre sonra deneysel çalışmaların daha kuşatıcı bir açıklama talep etmesi üzerine aralıklı olarak “Dini Sinema”, “İrfani Sinema”, “Mana Sineması”, “Hakikat ve Adalet Sineması” gibi adlarla yeniden tarif edilmek istendi. Bu tariflerle anlatılmak istenen her zaman halkçı, manevi değerlerin olumlu anlamda temayüz ettiği, milli/yerli varlığın araştırıldığı, iyilik ve umut yönünde tazeleyici his ve düşünceler oluşturan bir sinemaydı. Olumlu değerlerin başarılı bir şekilde yansıtıldığı her filmi, adı ne olursa olsun onaylamak gerektiği kanısına ulaşıyordu bu alanda sürdürülen tartışmalar, her zaman. Bu açıdan bakacak olursak iyiliği ve umudu hissettiren herhangi bir filmin varlığı bir başarı haberi ve göstergesidir. Türkiye’de de böyle filmler az olsa da yapılıyor ve sayıları giderek daha da artacaktır eminim. Yozgat Blues, Rüya, Kalandar Soğuğu, Askıda, Ahlat Ağacı gibi filmler aklıma gelen örnekler.

Ülkemizde yıllarca ‘islami’ ‘islamcı’ sinema tartışmaları yapıldı. Sinema ile din, inanç ve ideolojik bir bağ kurulmasını doğru buluyor musunuz?

Din binlerce yıldan beri varlığa dönük sorularımıza verdiği cevaplarla olsun adalet ve iyiliğe doğru bir umudu uyandırmada olsun herhangi bir ideolojinin yapamadığı ölçüde sunduğu sebep ve sorularla bir başvuru kaynağı olmayı sürdürüyor. Sanat eseri, ancak saflığı/yalandan uzaklığı ölçüsünde gerçekleşebileceği için dinin yaslandığı ilk kaynağa özgü duyu ve düşünceleri var edebiliyor benliğimizde. Sanatın ve dinin kaynakları birdir.

Çağrı her izleyişimde beni niye sarsıyorsa Dr. Jivago da aynı şekilde sarsıyor. Her iki filmin müziğini de Maurice Jarre yapmış bu arada. Gauguin‘in sanatına hakim olan soruları, yolcunun (ve müminin) de soruları: Nereden geliyoruz? Biz kimiz? Nereye gidiyoruz? Doğru bir hayat mı yaşıyoruz, başka türlü nasıl olabilirdi, henüz fırsat var mı… İyiliğe ve güzelliğe doğru varlığımızda mündemiç amaçlara dönük düşündüren, bu yönde umut uyandıran bir film hem dinidir hem de sanatsal. 

Farklı ülkelerden yönetmenlerin anlatım dili, üslubu ve yaklaşımına baktığınızda sinemanın hakikatle bağı noktasında en etkili bakışın hangisinde ya da hangilerinde olduğunu söyleyebilirsiniz?

Bir yönetmen tek filmiyle bile üzerimde iz bırakabilir. Sinema pahalı bir faaliyet, bu nedenle birçok yönetmen ticari yönü olan filmler de yapıyor. Türk Sinemasında filmlerini döne döne izleyebileceğim çok fazla yönetmen var. Metin Erksan, Lütfi Akad, Bilge Olgaç, Mesut Uçakan, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu ilk aklıma gelenler. Nuri Bilge Ceylan’ı dönemin dilinin keşfi açısından başarılı buluyorum. Yılmaz Güney’in Seyyit Han’ını çok severim ki hakkında bir yazı da var Hatırladığım Filmler kitabında. Haneke’nin Piyano Öğretmeni ve Aşk filmleriyle sanat ve modern hayat mitleri üzerine çok ciddi bir sorgulama gerçekleştirdiğini düşünürüm. Sanat söz konusu olduğunda yerli/yabancı farkı görece bir anlam kazanabiliyor. Tarkovski, Bergman, Vittorio De Sica, Angelopoulos, David Lynch, Ken Loach, Kiyarüstemi, Mahmelbaf, Mecid Mecidi, Rahşan Beni İtimat, Tehmine Milani, Aida Begiç, ufkumu açan yönetmenler arasında ilk aklıma gelenler.