İstanbul Sözleşmesi veya “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetinin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” 1 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılmıştı. Başkent Kadın Platformu gibi İslami çevreden STK’lardan temsilcilerin de katıldığı Türkiye ayağındaki hazırlık süreci sonucunda oluşturulan bu sözleşmeyi TBMM 14 Mart 2012’de kabul etti. 2010’ların sonlarında kimi İslamcı ve muhafazakâr yazarlar, özellikle toplumsal cinsiyet odaklı kısımlarıyla alakalı ayağı çerçevesinde aynı sözleşmeyi aile içi şiddeti kışkırttığı, boşanmaların artmasına yol açtığı, kadın cinayetlerine ortam hazırladığı ve eşcinselliği teşvik ettiği gibi gerekçelerle şiddetle eleştirmeye başladı. İmzalandığı tarihten bu yana hiç olmadığı kadar konuşuldu İstanbul Sözleşmesi ve başta aile sorunları olmak üzere bütün dünyada eş zamanlı bir şekilde tırmanan toplumsal problemlerin sorumlusu olarak gösterildi.
Beri taraftan sözleşmenin yola çıktığı toplumsal gerçekliğin en az kırk yıllık bir arka planı var. 80’lerden itibaren kadınlara dönük özellikle ev içi şiddet alanında gözlemlenen artışa karşılık bu şiddetin gerek tanımlanması gerekse hukuki yaptırımları alanında belirgin bir boşluk mevcuttu. İstanbul Sözleşmesi, 2000’lerin ilk yıllarından itibaren uzun ve sesli bir süreçte hazırlandı, Türkiye tarafından kabulünün üzerinden ise sekiz yıl geçti. Bu süreç içerisinde daha olumlu ve sorunları önleyici nitelikte, kapsamlı bir başka teklif de sunulamadı kamuoyuna. Fiziki ve toplumsal şartlar değişirken, yasalar kendini yenilemediği takdirde mağduriyetler tırmanışa geçiyor, bu her zaman böyle olmuştur.
Sürüncemede bırakılan bir sorun diğer bir sorunun önünü açıyor. Siz sorunlara göz yumduğunuz veya sorunu dürüstlükle tanımlamadığınız zaman ise başka camiaların hazırladığı sözleşmeler oluşan boşluğa yerleşiyor. Şiddet yüzünden evinden ayrılıp da sığınacak bir köşe bulamadığı, boşanma sonucu nafaka alamadığı için ortada kalan kadınlarla ilgili haberler 80’lerde ve 90’larda gazetelerden eksik olmuyordu. Muhafazakar camialarda yaygın eğilim aile içi şiddetin aile ortamında çözüme kavuşturulması yönündeydi. Aile içi şiddet ve nafakadan kaynaklanan sorunlar, mevcut sistemin kanun ve yapısının yetersizliğine bağlanıyordu. Peki, şiddet gören kadınlar kendi aileleri sahip çıkmadığı takdirde nereye sığınacaktı? 90’ların ikinci yarısında 1000’li yıllarda Kuzey Afrika ülkelerinde faaliyet göstermiş bir tür kadın okulu/sığınma evi niteliğindeki Ribatül Bağdadiyeler’i hatırlattığım bir yazım nedeniyle tepkiler aldığımı hatırlıyorum.
Göçlerin alt üst ettiği aile ortamları duvarları kırılganlaşırken kamusal alana savrulmaya başlayan mahremiyeti alıkoyamamanın çatışmalarına sahne oldu. Belirgin olarak 1960’lardan itibaren geniş aile, kapitalizmin çekirdek ailesi olmaktan kaçınmanın bazen sezgisel bir düzeyde yürüyen ve dramlar ortaya koyan mücadelesini verdi. Lütfi Akad’ın 1970’lerin başlarında gösterime giren Göç Üçlemesi, aile ilişkilerinin dağılmaktan kurtulmak için yeni bir biçim arama, aynı sebeple de ailedeki roller üzerine yeniden düşünme ihtiyacının hikayelerini sergiler. Hiçbir şey geçmişte de herkes için o kadar masum ve hakça değildi, sadece kadınların yanlış anlaşılma ve damgalanma korkusu sessizlikleri çoğaltıyordu. Şair İhsan Raif 1890’da henüz 13 yaşındayken Şişli’de bulunan aile konağını basıp da onu kaçırmaya çalışan bir adamla evlendirilmişti. Babası dönemin bakanlarından biriydi, buna rağmen dedikodulardan çekindiği için kızını bu evliliğe zorlamıştı. “Toplumsal cinsiyet” yerden bitme bir terkip değil, sorunu görmeye ve kavramsallaşmaya gecikmemizin boşluğunda çoğalan adaletsizliklerin önümüze yeniden getirdiği bir tanımlama girişimi.
Bir insan elbette bir zorba veya bir katil kimliğiyle doğmuyor. Cahiliye tortularından kurtulamamış bir terbiye sonucunda doğuştan üstün, sadece erkek doğduğu için daha üstün olduğuna inandırılarak yetiştirilen çocuk, bu terbiyenin eseri boş bir gururla yöneliyor karşı cinse, bir üstünlük inancıyla; gururunun yaralandığını hissettiren bir durumda ise elini kana bulamaya yatkınlaşıyor.
Olayların hızlı yaşandığı bir yüzyıldı ardımızda bıraktığımız. Şehirleşme ve kapitalizm yaygınlaşırken, geniş aile çekirdek aileye dönüştü, emek mekânlarında gerçekleşen dönüşümle eşzamanlı ilerleyen bir süreç bu. 90’larda şiddete maruz kalan korumasız kadınlar karakoldan koca evine geri gönderilirdi. O kadını anne babası da kapıdan geri çevirirdi bazen, “erkektir, hem döver hem sever” telakkisiyle. Ne yazık ki ne aile içinde ne de temel eğitimde karşı cinsi doğru anlamayı sağlayacak yapıcı bir dilin varlığından söz edilemezdi. Buna karşılık bilgilenme kaynakları artan kadınlar eş ilişkilerinin “başka türlü” de olabileceğinin, olması gerektiğinin örneklerini tanıdıkça şiddet konusunu geçmişte olduğu gibi sineye çekmemeye başladılar. Müslüman kadınlar Hz. Peygamber’in eşleriyle ilişkisini öğreniyor, Veda Hutbesi’nin içeriğine kafa yoruyorlardı. Süreç, çözüm arayışındaki kadınlar için zorunlulukla hızlı işlerken akranları erkeklerin kendilerine bir konfor sunan erkekegemen dil ve yargılarının dünyasından uzaklaşmalarının adımları daha yavaş ilerliyordu.
Benim kuşağımın Müslüman kadınları başörtüsü yasağına itiraz ederken işte bu telakkileri de sorguladı, zulüm, adaletsizlik ve haksızlık kısmi bir şekilde tarif edilemez çünkü. Refah Partililer 90’larda gecekondulara giderek, yoksulların dertleriyle hemhal olarak siyasal ve toplumsal bir güvenilirlik kazandılar. Şiddetin tek bir çeşidi yok. 90’ların Türkiye’sinde şiddet her alanda tırmanıyordu, kimsenin kendi acısına gömülme gibi bir lüksü olamazdı. Derslere girerken başlarını açmamak için direnen İmam Hatipli öğrenciler polis arabalarıyla Belgrad Ormanları’na getirilerek birbirlerine uzak mesafelere atıldılar. Babası iki çocuğunu kabul etmediği için, kocası tarafından evden atılan genç kadın iki çocuğuyla Gebze (veya Tuzla) sahiline gitti ve boyunlarına taş bağladığı çocuklarıyla birlikte denize atladı. Bunlar münferit vakalar değil. Boşanmak istemediği hâlde evden atılan kadınların gidebileceği bir yer yoktu o yıllarda, nafaka vermek istemeyen koca da üç kuruşu vermemenin bir yolunu bulurdu. İslami usul boşanma olsun mu diyorsunuz? O zaman kadından yüzlerce yıldan beri esirgenen miras hakkının yoksunluğunda oluşan güçsüzlük/edilgenlik/sessizlik mirasından da söz etmelisiniz. Bütün bu sorunların konuşulup temel hususların altının çizileceği bir sözleşme, binlerce vakayla yüzleşmek ve sayısız STK ile de yine yıllarca sayısız toplantı yapmayı gerektiriyor.
Çeşitli feminist gruplar aile içi şiddet vakaları, sona eren bir evliliğin ardından beş kuruşsuz ortada kalan kadınlar, kadın emeği ve benzeri konuları 90’lardan bu yana gündemlerinde tutuyorlar. Benzeri başlıklar İslami STK’ların gündemine belirgin olarak 2000’li yıllarda girdi. 2016’ya gelindiğinde SEKAM “Türkiye’de ve Dünyada Kadına Şiddet” başlıklı bir rapor hazırladı. İslami kesimler 90’larda modernizmle ilişkilendirilen benzeri sorunların İslami aile içinde olmaması gerektiği fikri etrafında paneller düzenliyorlardı. Elbette boşanmalar yaşanıyordu İslami kesimlerde de, elbette şiddet gören, nafakasız bırakılan kadınlar vardı, ancak bununla ilgili örnekler “yeteri kadar İslami olamamakla” ilişkili görülüyordu. Yanlış tespit değildi yapılan, gelgelelim imtihan dünyası da başka nasıl tarif edilebilirdi ki… Sanırım o dönemlerde hepimiz İslam’ı daha iyi öğrenip yaşama yönündeki büyük gayrete bağlıyorduk umutları. Aynı yaklaşım psikoloğa gitme konusunda da hâkimdi: Müslüman psikoloğa gitmez, Müslümanların evliliğinde boşanma olmaz, kadın sığınma evi bizim medeniyetimize yakışmaz… Ancak varoşlar kat kat genişlerken ve ekonomik krizleri gelir düzeylerindeki uçurumlar takip ederken çeşitli çatışmaların ve gerilimlerin hiçbir toplumsal desteğe sahip olmayan ailelere yansıması da kaçınılmazdı.
Mustazafların ve hakları, hukukları çiğnenen çeşitli kesimlerin, şiddet kurbanlarının sığınacağı ilk liman olması gereken Müslüman vicdanı elbette Filistin, Afganistan, Bosna bağlamında acı çektirilen ve katliamlara maruz bırakılan kardeşlerinin dertleriyle meşguldü. Fakat bu yakınlarında çoğalmakta olan acının gösterdiği ufku yeterince fark edememeyi haklı kılan bir sebep değil, acının tek bir türü yok, katliamın da. Toplum durağan değildir, hiçbir şey durağan değildir ve bu bağlamda bir imtihanda başarılı olmanın ilk şartı da toplumsal değişimi doğru okuma, daha doğrusu anlama cehdini mümkün kılan bir birikim ve samimiyete sahiplik. Çeşitli çekincelerle toplumu anlamaktan uzak durduğunuzda, bu zihin konforu nedeniyle ne tarih size ödüllendirir ne toplum.
Kendi cemaat ve grup yapılarımızın dışında gördüğümüz toplumsal sorunları sistemin yetersizliğine bağlarken, elbette ideal aile üzerine konuşmayı sürdürüyorduk. Oysa aynı zamanda kendimizin dışında sürüp giden aile dramlarını fark edip sorumluluk almayı da düşünüyor olmalıydık. Bunu yapan İslami duyarlık sahibi dernekler, kadın dernekleri yok değildi, ancak şiddet gören kadınlar, kadın cinayetleri ve nafaka alamadığı için perişan olan kadınlar hakkında kanuni yaptırımları hedefleyen çalışmalar başlatılsa da nihayete erdirilmiyordu. İnsan ister istemez güçlü bir ötekileştirilmenin yol açtığı bir yabancılaşma üzerine düşünüyor. Mazlumiyet zemininden sürdürülen sorgulamalarda işte böylesi sorunlar, sistemin yol açtığı acıklı örnekler olarak görülüyordu. Yakınımızdakine elbette koşardık. Bir kermes biter diğeri başlardı. Gelinlik giymez bedelini muhtaçlara ulaştırırdık. Yardımsever ağlar her zaman güçlü olmuştur İslami kesimlerde, nafaka mağduru kadınlara da uzanırdı yardımlar. Gelgelelim işte bu sorunların genişlerken hukuki planda cevapsız kalmasının sonuçları üzerine sistemli düşünme gereği nadiren gerçekleşiyordu. 90’larda feminist gruplar ve kişiliklerle benzeri sorunlar üzerine düşünce alışverişinde bulunmak için zaman zaman bir araya geldiğimiz oluyordu. Ancak grup ve kesimlere hâkim çeşitli önyargılar bir taraftan kavramlarda diğer taraftan da çözüm için başvurulacak yöntemlerde ortaya çıkan görüş ayrılıkları, uzun süreli çalışmalara izin vermiyordu.
Bir cinayetin tehdidiyle yaşamak, sığınaksız kalmak, beş kuruşsuz sokağa atılmak kuşkusuz daha çok mustazaf kadınları tehdit eden ciddi sorunlar ve bu sorunlar İslami kesimlerin gündemine dâhil olsa da ne yazık ki neler yapılabileceği konusunda somut ve köklü bir program oluşturulamıyordu, 28 Şubat’ın baskıcı ikliminde. Sorumlu sistem herkese acı çektiriyordu, böyle bakılıyordu. 2000’lerin ilk yıllarındaki Batman’da yaşanan kadın intiharları da aynı şekilde sistemin yaşattığı acılarla ilişkilendirilmekteydi.
Feminist grup ve derneklerin kadına şiddet ve benzeri konularda çalışma ve faaliyetleri 2003’te Ankara’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) toplantılarında belirleyici bir role sahip oldu; bu, medyaya da yansıyan uzun bir süreç. Türkiye 1988’den bu yana CEDAW’a taraf ülke. Taraf ülkelerin resmî veya gölge raporları iki yılda bir komite tarafından değerlendiriliyor. Türkiye’de ilk kez yapılacak olan bu gölge raporu hazırlama projesini 2003’te Uçan Süpürge Derneği üstlenmişti. Uçan Süpürge Derneği’nin Ankara’da düzenlediği CEDAW Sivil Toplum Örgütleri toplantısı çeşitli derneklerden beş yüz kadının katılımıyla gerçekleşti. Katılımcıların arasında Gökkuşağı Platformu ve Başkent Kadın Platformu gibi İslami ve muhafazakâr kesimlere mensup STK’ların temsilcileri de vardı.
Sekiz atölyede kadınların eğitimi, kadına dönük şiddet, kadın sağlığı, istihdam sorunları gibi konular ele alındı. Çeşitli kadın derneklerine mensup elli kadar başörtülü kadın da bu atölyeler katıldılar. Ancak başörtüsü yasağının sürdüğü o dönemde bu katılımcıların yasağa ilişkin değerlendirmelerine, “ayrımcılık olur” şeklinde bir gerekçeyle yer açılmadı bu toplantıda. Başörtüsü yasağı mütedeyyin kadınların diğer toplumsal sorunlar üzerine düşünmesine engel teşkil etmese de kamusal sorumluluk alma alanlarını kısıtlayan bir etki uyandırıyordu henüz. Hidayet Şefkatli Tuksal, Başkent Kadın Platformu’nun 90’ların ilk yarısında çeşitli kadın meselelerine daha geniş kapsamlı bakma çabası içinde olduğunu, ancak 1997-1998’de yeniden ağırlaşan yasaklarla birlikte gündeminin başörtüsü yasaklarına kilitlendiğini belirtir.
İslami kadın dernekleri ve gruplar ağırlıklı olarak başörtüsü yasağından kaynaklanan gündemlerde yol alırken çeşitli STK’lar İstanbul Sözleşmesi için yıllarca çalıştı ve bir metin ortaya koydu. Üstelik bu metin mütedeyyin kesimlerin mecliste ağırlığı teşkil ettiği bir dönemde imzalandı ve onaylandı. Kadına dönük şiddet ve ev içi şiddeti, ısrarlı takip, cinsel taciz ve psikolojik şiddet gibi şiddet türlerinin suç olarak kabulü ve bu suçlara da cezai yaptırımlar getirilmesini içeren maddeleriyle tavsiye nitelikli olacak şekilde hazırlanan bir metnin kutsal bir niteliği olduğunu kimse düşünmüyordur eminim. Beri taraftan Müslüman vicdanı hakkaniyetli olmalı: Bir soruna eğilen metni benimsemeyebilirsiniz, hiçbir metin mükemmel değildir, ancak bu konuda ortaya konulan kaygı ve çabayı reddetmek için daha kapsayıcı ve kuşatıcı bir çözüm, bir metin oluşturmuş olmanız gerekiyor. Eleştirinizin iyi niyeti ise tüm metni değil de, metnin eksik ya da sorunlu kısımlarını belli bir düzeltme çabası halinde ortaya koyduğunuzda belirginleşir. Kadın cinayetleri sürerken, bu sözleşmenin feshinin lumpen kesimlerde bir tür serbesti kazanımı, bir tür haklılık ve meşruiyet onayı olarak algılanmayacağına ve bu yüzden cinayetlerin daha fazla tırmanmayacağına nasıl emin olabilirsiniz? Doğrusu idealler adına gerçeklikten kopmanın getirdiği bu görmeme çabası Zizek’in “Olumsuzla Oyalanma” eleştirisini getiriyor akla. Aslolan evet şiddeti önlemek, evet aileyi korumak olmalı. Ancak KADEM’in 2 Ağustos’ta yaptığı açıklama geçtiği üzere “…sevgi saygı gösterilmeyip şiddete başvurulup bir tarafa zulmedilen bir ilişkide artık ‘aile’den bahsedemeyiz.”
Sözleşme ortadan kalksın? Peki, daha sonra ne olacak? Twitter’da bunu sorduğumda bir beyefendi, “Bunu o zaman düşünürüz.” dedi. Çok kolay bir cevap ve elbette hiç ikna edici değil. Şiddetin aile içine hapsedildiği alışkanlığa geri mi dönecek toplum? Kadınlar çalışma hayatından mı dışlanacak? Bir meslek edinecek eğitimden yoksun bırakıldığı halde bir sebeple “boş ol” denilen kadının yirmi yıllık emeği sıfıra mı indirgenecek… Germaine Tillion Harem ve Kuzenler’de bunu vurguluyor: “Hz. Muhammed’in (sav) yaptığı devrimle kadınlar mirasa sahip oldu ama yüz yıllar geçtikçe bu miras hakkı iptal edilirken kadının daha fazla ‘kapalı’ bir hayat yaşamaya başladığını görüyoruz.” İstanbul’da bir ev sahibi olmak için yirmi yıldır ev işçiliği yapan bir kadından dinlemiştim. Babası köydeki arazilerini ve evini iki oğluna bağışladı, üç kızına ise birer altın verdi. Böylelikle kızlarının yazgısını da belirledi. Mesleksizlik içinde çare arayışıyla el evlerinde çalışıp çabalayarak çocuklarını kira evinden kurtarmaya çalışan kadın bir kahraman, pek çok kadın ise bunu başaramayacak kadar güçsüz.
İstanbul Sözleşmesi mükemmel bir metin değil, mütedeyyin kesimlerin dünya görüşünü yansıtan bir metin olması da beklenemez ama uzun süren bir kaygının, sorumluluğun ve çabanın ürünü. Bu sözleşme hazırlanırken ve imzalanırken veya imzalandıktan sonra hiç bir yorumda bulunmamış, tek cümleyle bile olsun itiraz etmemiş kesim ve kişilerin bu konuyu gündeme getirip rahatsızlıklarını dile getirmesinin rasyonel sonucu benzeri ölçekte, yine benzeri meselelerden muzdarip ülkelere de şifa olabilecek kapsamda bir çözüm, çare ve teklif hazırlığı yapmak olurdu. Böyle bir sözleşmeye karşı çekince ve itirazları olan mütedeyyin ve muhafazakâr grup ve kişilerin de tıpkı İstanbul Sözleşmesi’ni hazırlayan grup ve kesimlerin yaptığı gibi olayların şahitliğinden kaynaklanan bir tanımayla gerçekleşen geniş katılımlı toplantılarla daha kusursuz bir teklifler demeti hazırlığı başlatması değil midir olumlu ve gerçekçi bir eleştirinin ilk adımı?
Oluşmasına katkıda bulunmadığımız bir sözleşmeyi bütünüyle onaylamasak da zulüm gören insanlar için ifade ettiği anlam açısından bakıldığında, metne emek verenler kaygılı insanlar olarak takdir edilmeli, Müslümanca bir sorumluluk açısından. Sorunu fark etmediğinizde kavramsallaştırmaya gecikiyor ve başkalarının hazırladığı kavramlara mecbur kalıyorsunuz, fakat cinayet gecikilmemesi gereken vahim bir olay. Sen görmemişsin o sırada, o görmüş, bir acı yaşanırken sen başka bir sorunun zeminindeymişsin, çığlığı o fark etmiş. Yanlış gördüğünü düşünüyorsan, doğrusunu yapmak için harekete geçersin, Müslüman adaleti de bunu talep ediyor.
Toplumsal süreçler bazen hızla akar ve bir sözleşmenin de gücü her şeye yetmez, sürekli yeni, yepyeni yorumlara ihtiyaç duyulur. O açıdan bakılınca her sözleşme eksiktir ve sürekli tashihe ihtiyaç duyar. Bununla birlikte kadın cinayetlerinin tırmanmasının sebebinin İstanbul Sözleşmesi olduğuna inanmak bir hayli güç. İran’da böyle bir sözleşme yok ama orada da kadınlara dönük cinayetler tırmanıyor. Evlenirken belirlenen mehri boşanma sırasında ödeyemeyen binlerce erkek hapse mahkûm edildi. Ne kadınlar ölsün ne de erkekler hapse girsin.
Sorunu doğru tanımlayamayınca çözüm de kendi kendine oluşmuyor. Cinayete yol açan ruh hâlini çözümlemek ve temel eğitimi bu açıdan düşünmek bir zorunluluk. Bu cinayetlerde asıl mesele katilde kökleşmiş öldürme hakkı saplantısı. Bilinci veya bilinçaltını bu öldürme hakkı saplantısından arındırmak nasıl mümkün olacak? Her şey değişirken, muhafazakâr bir güvenlik hissi adına kadınların değişmeyeceğini var saymak, bunu zorlamak ne gerçekçi ne insaflı.
Kadınlar miras hakları iptal edildiği için eğitim ve diğer becerilerden de yoksunlaşırken güçsüz ve güce bağımlı hâle geldiler. Miras hakkı iptal edilmiş kadın nafakasız nasıl haysiyetli bir hayat sürdürülebilir bir boşanmada, üstelik bir meslek sahibi olacak şekilde yetiştirilmemişse. Güçsüz düşürülmenin erkekler için de ağır bir yüke dönüşmesidir sorunu katmerli hale getiren, ancak sahih ve geleceği de kuşatacak olan çözüm, analitik bir çaba ve kararlı bir işbirliği niyeti gerektiriyor.
Bir açıdan belki de bir ay içinde eskiyecek bir tartışma için yazdığımı fark ediyorum, ancak aynı zamanda bu tartışmalar yaşanırken yeni cinayetlerin işlenmiş veya tasarlanmış olabileceği/olduğu, önlemler almada ne yazık ki bir veya birçok sebeple hep gecikildiği, kalıcı ve kapsayıcı çözümlerin ise açık yürekli konuşmalar gerektirdiğine dair düşüncelerimi paylaşmaktan geri duramıyorum.
Yüzlerce cinayet işlenirken bütün teklif, itiraz ve tasarıların muhtemel bir maktulün duyulamayan çığlıkları açısından görülmesi zorunluluk, bunu bize Veda Hutbesi bildiriyor. Aksi hâlde kötülük ve düşmanlığı besleyen birçok hastalığın ekranlarla yayılma kanalları bulduğu bir dünyaya etkili bir proje sunamazsınız, bunu çok isteseniz bile.
Cihan hanım, teşekkürler bu yazı için. Karanlıkta yakılmış bir mumu, yerine çok daha iyisini koymadan söndürmeye çalışanlara iyi bir cevap olmuş. Kaleminiz daim olsun.
Sayın cihan hanım,
Yıllardır okuyup yazıyorsunuz. İslam’ı bir şiddet karşıtı duruş ve her varlığa adil bir bakış geliştiremediniz mi? Siz sözde İslami entelektüeller sömürge aydını olup çıktınız. Ne kavramların tartışılmasına müsaade ediyorsunuz, ne de özgün bir bakışınız var. Bu kadar bağımlılık bir entelektüel seviye belirtmiyor aksine seküler ve liberal dünyaya aşırı eklemlenme haline işaret ediyor. Hepimize geçmiş olsun. Alimler peygamberlerin varisleridir ve o varislerden kalmadı geriye. Bu da bu çağın dindar gençlerinin çıkmazı oldu. Kime bakıp irşad olsunlar, sizin gibilere mi? Garip geldi garip gidecek bir din için bu hal garip gelmedi bana.
İngiltere’de doktora yapıyorum ve bu sözleşmenin kavramlarının ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum. Her gün toplumsal cinsiyetin ne anlama geldiğini, çocukları nötr cinsiyetle yetiştirmenin salık verildiği bir ortamda kimseye itiraz hakkı dahi verilmiyor. İnsaf ehli olsaydınız bu kavramların musibetlerinden de bahsederdiniz. Arife tarif gerekmez.
Kardeşim sen ingilterede doktora yaparken liberal dünyaya, sömürge fikriyatına asla ve kat’a eklemlenmiyorsun. ama yıllardır burada, tam da burada durarak fikir, yazı, eser üreten kadına kavram bagajı dersi veriyorsun. çok biliyorsun kardeşim, çok biliyorsun.
Yazı için çok teşekkürler Cihan hanım. Meseleleri açıklığa kavuşturmak, tartışmak için öncelikle gereken tanımlamaların hakkını veriyorsunuz. Tanımları hem rasyonel hem sağduyulu bir şekilde verip yorumladığınızı düşünüyorum. Bu yüzden işte, ne kadar berrak bir yazı. Allah razı olsun.