Ayşe Şasa benim için eşi rahmetli Bülent Oran’ın ifade ettiği şekilde “Kibritçi Kız”dır. Elinde olanla imkânsızı başarmanın yoluna düşmüş bir hakikat arayıcısıdır.   Bir masal kahramanı kadar yalın, duru, gerekli ve yakındadır.  Kış soğuklarında ve zifiri karanlıkta yaktığı ışıkların aydınlattığı insan sayısı de hiç az değil.

“Telefon sustu bugün, İstanbul’u rahmet bastı” diye yazmış İsmail Kara, yıllar önce onunla ilgili yazdığı “Aramakla Bulunmaz Ama Bulanlar Arayanlardır” başlığını taşıyan, ancak vefatının ardından Dünya Bülteni’nde yayımlanan yazısına kattığı “zeyl”de. Dünyanın neresinde bulunursanız bulunun, dar zamanınızda telefonla arayan kişi öncelikle o olurdu. “Telefon dervişi” olduğunu düşündürürdü. (“Gramofon Avrat”a telmihen “Telefon Avrat”tan dem vurduğu aktarılıyor.) Türkiye’den uzakta olduğum yıllarda İstanbul’dan bir telefon geldiğinde herhalde ondandır diye düşündüğüm birkaç isimden biriydi. Ben de şöyle düşünmeye alışmıştım: Telefonla ulaşabilirim, birazdan telefonla ararsa şaşırmam.

2004 Ekim ayında üstü üste aradı beni; siyah ciltli “Kroys Matbaacılık” ajandasına not etmişim: “Ayşe Hanım aradı. (Şasa). Fetih Suresi’ndeki “sükunet”ten söz etti. Buna ihtiyacımız var. Geleli bir hafta oldu, ikinci telefonu. Çünkü ziyaret için telefonlarıma olumlu cevap verememişti. Olağanüstü bir incelik. Sanki ona kırılmam mümkün olabilirmiş gibi! “

Gerçi artık uzağı yakını hesap etmeyen o telefonlardan mahrum kalacağım. Bu mahrumiyeti duyacak olan eşi dostu hiç az olmasa gerek.  

Vefatının ardından yayına hazırlanan “Ayşe Şasa’ya Armağan” kitabı için kaleme aldığı yazısında Suavi Kemal Yazgıç, kendisinin de yıllarca paylaştığı bu telefonların malumata değil irfana açık olduğunu vurguluyor. Ahkâm kesmekten uzaktı ve nerede yaşarsa yaşasın kulakları sokağın (mahallenin) seslerine açık oldu. Çünkü aslında gotik şatoda bile seccadesindeydi, bu varoluşu tanımlamaya çalışıyordu. Bir köşkte yaşadığı yabancılığın acısını (üşümeyi) seccadeye yönlendirdiği hayatla kendi yurdunu kurmanın imkânına dönüştürmeyi başarmıştı.  O geçişin kolay olduğunu kim söylemiş? Yaşadığı zorlukları sınav sebebi sayarak anlamlandırmayı sağlayan güzel bir bakışı vardı dünyaya. “Gözün içinden gören” diye niteliyor ya Blake.

 Bazı gazetelerde “ölümle pençeleşiyor” şeklinde başlıklar atılmasını yadırgadım. Konformist değildi, hidayete nail olmayı getiren badireler yüzünden yakınmadı. Hakkın Rahmetine kavuşması da hiç kolay olmadı. Hastalıklar peşini bırakmadı, ancak iyimserliğini korur ve “iyi olacak” derdi telefon konuşmalarımız sırasında, “her şey daha iyi olacak.”  Hastane ziyaretim sırasında -henüz komada değilken- hayata sıkı sıkıya bağlandığı izlenimi edinmiştim. Ancak ölüme yaklaşırken de medya manşetlerinde tasvir edildiği gibi “pençeleşme” diye ifade edilecek bir tavır içinde olmazdı. Feraset ve irfan sahibiydi.  Hayat hikâyesini “hakikat arayışının özeti” olarak tanımlıyordu.

Yol hikâyesinde bana çarpıcı gelen pek çok noktadan biri, hidayet olgusunun emekle ve çileyle ilişkisi oldu. Sanatçının örnek bir çilekeş olduğunu anlatmıştı Susan Sontag. İyi ve doğru bir dindar olmak daha az çaba istemiyor. İşte böylesine bir adanma da “normal” hayatların seyrinde delilik, mecnunluk olarak tanımlanabilir pekâlâ. Delilik Ülkesinden Notlar şizofreniyi tanımlama çabası içindeki uzmanlara bu alanın nasıl bilinmezliklerle dolu olduğunu gösterdiği için de yadırgandı. Kitabın “bilimsel” değil “edebî” olduğu şeklindeki yargı, kartezyen disiplinin bütünü görme çabasını mecnun kimliğine yorarak kurduğu egemenliğin bir göstergesi. Nedenlerinden tam olarak emin olunamayan şizofreninin belirtileri tanımlandığı kadarıyla sınırlı olabilir mi? “İnanca dayalı tedavi boş bir idealizme götürür” şeklindeki cümleyi nasıl bir bilimsel bakışla kurarsınız? Şizofreniden söz ederken Deleuze, “kendi mantık sistemimizi bile reddetmeye iten savunmacı bir strateji” diye bir cümle kuruyor. Ayşe Hanım içine doğduğu hayatı benimseyemediği için kendi kendini doğurmaya sevk eden sancılı bir bilince sahipti. Şifa kaynaklarına ulaşmak üzere elinden geleni esirgemedi, bilincinin dağılmaya zorlayan parçalarını toparlamayı sürdürdü ve bu yolda attığı yürekli adımların karşılığını bulmadığı söylenemez.

  Vefat haberini aldığımda Fecr Suresi’nin 27 ve 28. ayetlerini düşündüm: “Ey mutmain nefs! Sen O’ndan memnun olmuş ve O’nu razı etmiş olarak dön Rabbine!”

***

Hidayet hikâyesinin mütedeyyin kesimlerde yapıcı ve istikrarlı bir kabulle karşılanması,  onun içtenlikli, yalın ve özenli duruşundan bağımsız değerlendirilemez sanırım. Zekâsı, sezgisi ve görgüsüyle sistemin hırpaladığı,  kale almadığı, kültürünü, inancını, değerlerini ve hayat tarzını yadsımaya çalıştığı kesimlere, sürdürdükleri direniş konusunda yanılmadıklarını bildirerek destek sundu. Teslimiyeti yeniden diriliş cehdi olarak yaşadığını anlatan tavrının bir sonucu olarak da geniş bir kabul gördü, sevildi ve sayıldı.

Sahip olduğu bir tür cazibe üzerine düşünmeye değer geliyor bana:  1980 sonrasında bir tür kamusal alan sıkıntısı yaşayan Müslüman aydınlardan kimileri için bir merkez oldu evi, öyle ki adeta edebî kamu bağlamında fikirlerin ve faaliyetlerin, eserlerin ve imkânların döküm ve muhasebesinin yapıldığı alternatif bir “salon” sahibi olduğu söylenebilir. Bu tür bir ev merkezli toplantıda kadın varlığı, özellikle bir kadının merkezi olduğu toplanmalar, İslamî kesim için alışılmadık bir tecrübeydi.  Zeytinburnu Necip Fazıl Kısakürek Sempozyumu sunumumda dile getirdiğim -metni www.dunyabulteni.net’de yayımlanan-  görüşlerin süreğinde düşünecek olursak bu yeni tecrübe üzerinde durmaya değer önemde görünüyor bana. Türkiye Cumhuriyeti kamusallığı ideolojik dışlamalara ve abartılara dayalı bütün kurgusallığıyla İslâm’a, Müslümanlığa ilişkin meselelerin derinlikli bir şekilde konuşulmasına izin verecek bir dokuya sahip olmaktan uzaktı/r. Belki bu nedenle de Müslüman aydınlar büyük şehirlerde yaşamayı tercih etseler de kasabayı veya samimi ve sahici konuşmaların seslerinin nasıl yorumlanacağına emin oldukları küçük ölçekli bir şehrin sofasının özlemini duymayı sürdürdüler. Hâkim sistemin seçkinleri arasında bulunup da imtiyazlarını reddedip sistemi sorgulamaya başlamış irfan ehli bir kadının salonunda bulunmak, sistemin dışladığı mütefekkir ve sanatçılar için sadece bir uğrama alanı olmaktan öte geçen anlamlar taşıyordu.  Kendi varlığını sahici bir anlamda algılamanın yolu, sanatı ve tefekkürüyle, hayatıyla sistemin kamusunda alternatif bir varoluşla değerini kanıtlamış bir kadının aynasında sahip olunan ifadeden de geçiyordu sanki.

Kadın meselelerine kabaca, adeta kuşkulu ve Nietzschevari aristokrat bir dille yaklaşan İsmet Özel, kitaplarıyla birlikte onun evine koştu. Kuşkusuz Şasa’nın “Mataramda Tuzlu Su” şiirinde fark ettiği benzeri bir arayış tecrübesinin seslerinden ileri geliyordu bu yakınlık. Şasa ise sanki o şiire katıldığını ya da İsmail Kara’nın yukarıda atıfta bulunduğum yazısında geçtiği üzere, o şiire aşinalığını hissetmiş, meftun olmuştu. Yine de çok fazla çağrışıma açık bir aşinalıktır sözünü ettiği. Sosyal konumu ve sanatçılığı yanı sıra hidayeti ve irfanı, bütün olarak boş olmaktan uzak hayatı onu değerli kılıyordu kuşkusuz.  Bu tespitim yanlış mı? Kadın konusunda ayrımcılıkla suçlanan İslâmî kesimin seçkin (erkek) aydınları akleden  ve derin bir kadının oluşturduğu kamuda kendilerini evlerinde bilmenin rahatlığını duydular. Eleştirileri ve muhalefetleri o kadının desteği ya da onayıyla daha rahat açımlanabilirdi sanki! Başka türlü bir Müslüman kadın olma örneğinin kendi mahallemizde bu denli merkezi bir rolünün gerçekleşemiyor oluşu  önemli bir sorudur. (Öyle ya, Necip Fazıl da 1940’lı yıllardaki Büyük Doğu yazılarında Neyyire Ertuğrul’un sanatını, saygıya lâyık bulduğu sanatkâr kişiliğini överken diğer kadınları agorayı terk ederek evlerine dönmeye çağırmaktaydı.  Zorlu tecrübeler ardından kendini kanıtlamış ya da vurgulamış saflık övülebilirdi ancak, orası öyle. Ancak agoradan korkutularak İdeolocya Örgüsü’nün katı emirlerine itaate çağrılan mütedeyyin bir ev kızının Neyyire Ertuğrul övgüsünü nasıl yorumlayacağı üzerine de düşünmek gerek).

Kuşkusuz söz konusu soru kurgusal bir halk için tasarlanan kamusallık ve muaşeret konusunu açmayı gerektiriyor. Böyle bir kamusal planda güvenilirliğini kanıtlamış bir kadın sanki bir parça “erkek” kimliği kazanarak evin sağladığı güvencenin ötesinde bir bağlamda rüştüne eriyor ve muhatap olma konumu kazanıyor. Bunun çok yeni bir olgu olduğu da söylenemez gerçi. Rabiat-ül Adeviyye’nin (Vefatı: Hicri 135)  teşriki mesaide bulunduğu insanların çoğunluğunun erkekler olduğu ve kendisinin de döneminin “rical”inden[meşhur kişilerinden] sayıldığı bilinir.  Tezkiretü’l-Evliya yazarı Feridüddin Attar da eserinde onu “erkekler” hanesinde ele almasını, karşılaşması muhtemel tepkilere karşı şu şekilde açıklamıştı: “Biri çıkıp: “Onu niçin erkekler safında zikrettin”, diye sorarsa, derim ki: Hz. Muhammed (sav): “Allah sizin suretinize bakmaz’ diye buyurmuşlardır.” “Rical” kuşkusuz özelden çok kamusal bir kabulü, saygınlığı, değeri olan kişiliği anlatıyor ve genel geçer anlamda da yaygın kamusal simalar açısından bakıldığında özellikle erkekleri içeriyor. Bir kadının kamusal saygınlığını “erkek değerlerini benimseme, içselleştirme ve yansıtma”nın ötesine giden bir düzeyde tanımlayan veya belirleyen başka türlü bir anlama ulaşıyoruz kavramı irdelerken:  Çoklu karşılaşmaya izin veren bir bağlamda kamusal muaşeret, düşünce ve ifade yetisini haiz kişiliktir rical. Cinsiyetini reddediyor veya yadsıyor değildir, ancak cinsel cazibesini de farklı bağlamlara gözlerini kapatmasına yol açacak -ve nihai planda kalben zayıflamasını getirecek- şekilde biricik hazinesi ya da kaynağı olarak öğrenmiş olmaktan uzaktır. Tesettürün bir açıklamasının mesafe bildirimi olması da bu bakından açıklayıcı. Ve Ayşe Hanım’ın rical olarak İslâmî kesimde reddedilmiş ya da üzerinde durulması önemli görülmeyen bir temsili ihya ettiği söylenilebilir. Cerrahi tekkesinde Sefer Efendi’nin ve ardından da Tuğrul Hoca’nın yanındaki yeriyle, bu rical kabulünü hatırlatan bir ayrıcalığı yansıtmıştır zaten.

Öyleyse hayatının başlarındaki bir genç kızın terbiyesi, “rical” saflarına yerleşmesine müsait kamusal boyutu hesaba katılmadan tasarlanabilir mi? Kıymetli Müslüman şahsiyetlerin Ayşe Şasa’nın kişisel mücadelesi ve arayışına gösterdikleri saygı, bu soru üzerine düşünmeyi gerekli kılmakta. Ayşe Şasa artık bizdendi, güvenilir bir sesi vardı, yine de mahallenin kızı değildi. Hâkim kültürün merkezinde başlayan macerasının seyri,  yadsınmak istenen bir kültürel derinliğin özgüveninin ifadesinde bir tutamak oldu denilebilir. Öte taraftan, fikirlerini çok önemsediğini bildiğim Şasa’nın ebedi âleme irtihalinin ardından kaleme almayı tasarladığım bu metin bağlamında yazışmalarımız sırasında Akif Emre’nin dile getirdiği gibi, Ayşe Hanım’a dönük ilginin,  hidayetinin ardından İslâmi fikir ve hayat tarzı arayışı konusunda destek sunma kaygısıyla da onu merkezi konuma getiren bir anlamda geliştiği  söylenebilir.

Yukarıda Şasa’nın evinden “salon” diye söz ettim, ama aslında o daha ziyade bir sofaydı. Ayşe Hanım da salonu reddetmiş bir seçkindi sonuçta, salon kadını olmayı hele hiç istememişti. Nüfustan sayılmayan kesimlere bir bakıma yasaklanmış bir dünyanın imtiyazlarını reddederek “aramıza” gelmişti. Bize kendi farkımızı bildiren sesi, egemen kabullerin kendi seçkini tarafından sorgulanıyor olmasının aynasını tuttuğu için de -özüne güveni pekiştiren- bir öneme sahip görünüyordu.

Ayşe Hanım hidayetinin seyri ve seçimleriyle, eserleri ve hayatıyla sofa sahibi olmaya çağrıldı, bu çağrıyı tabii bir şekilde benimsedi. Sofa sohbetlerinin merkezinde olmak ona yakıştırıldı ve yakıştı. Kemal Tahir’in mihverinde olduğu ev toplantıları geleneğinde edindiği tecrübe bu alanda üstlendiği rolü kolaylaştırmış olabilir. Buna karşılık Metin Önal Mengüşoğlu Öptüm Kara Gözlerinden’de anlatır ya: İslâmî kesim yeniden Müslümanlaşırken evlerde kadınlar, erkeklerin sabaha kadar süren sohbetlerine bazen perde arkasından katıldılar. Sıkıştıkları mutfakta sürdürdükleri hizmet değerliydi kuşkusuz, ancak ortak bir dil geliştirme çabası açısından çok kolay yadsınan bir emekti. Ayşe Şasa’nın  sofasının  İslâmî kesimin erkek seçkinlerinin zihinlerinde kadınların mutfakla salon perdesi arasındaki hizmeti üzerine düşünmeye sevk eden sorulara yol açtığı tahmin edilebilir.

Edep ve insanlık zor zamanla sınanmadığında sadece bir söylevdir, retoriktir. Çoğu zaman hayallerimizdeki sahiplikler üzerinden anarşist fikirler öne sürer ve bir şeyleri reddetmenin coşkusuyla dünyanın ayaklarımıza serildiği hissini duyarız. Romantik kahraman, reddetme kapasitesi yüksek biridir, fakat henüz elinde olmayan imkân ve varlıkları reddetmektedir muhtemelen. Ayşe Şasa hep kendisine yasak edilen öteki dünyayı merak ettiği için tabii üyesi sayıldığı salonlardan ruhen ve giderek fiziken uzaklaşmaya başlamıştı. Sınıfsal tutumlar benliğine azap veriyordu. Halk bilgeliğinin peşinde oldu. Çocukluğunda fark ettiği, Erenköy’deki köşkün kendisini halktan ayırdığını düşündüğü demir kapısının metaforik aşılmazlığından ileri gelen bir yaklaşımla ilgili olabilir, kapısını çalan geri çevrilmezdi. Kadınlı erkekli kuşakları ağırladı sofasında. Soruları cevaplandırmaya, cevapları paylaşmaya, yeni soruların üzerine durmaya çalıştı.

1990’ların başlarında uğradığım dergi bürolarında hidayetinden söz edilirdi. İyi bir sanatçının, değerli bir yazarın aramıza katılmasının duyurduğu bir sevinci duyururdu yorumlar.

***

Mustafa Kutlu her ziyaretimde tanışmamızı istediğini söylerdi. 1993’de Fatma Barbarosoğlu ile Mecidiyeköy’deki evine ziyaretine gitmiştik, yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir sohbete başlamıştık. Tabii eserlerine ve hidayet hikâyesine aşinalıktan ileri geliyordu bu tanışıklık hissi, ama aynı zamanda eksik veya fazla konuşmuyor oluşuyla dikkatimi çekmişti. Bülent Oran ile aralarındaki sevgiye dayalı ilişkinin güçlendirdiği iyi duyguyla akıp gitmişti sohbet. Fatma’nın ve benim yayımlanmakta olan öykülerimiz… Metnin kurtarıcılığını sağlayan sebepler… Ulusçu kamunun kendi namahremleri olarak tanımladığı başörtülü kadınların direnişinin anlamları… Sinemanın imkânları, Müslümanların sinemaya mesafesinin sebepleri ve aynı zamanda varlığını duyuran “mânâ” sinemasının gidişatı…  Dergâh dergisinde İran sineması üzerine hazırladığım kitabın ilk yazıları yayımlanmıştı, o bağlamda da konuşmuştuk.

 Sık görüşemesek bile orada olduğunu bilmenin güvenini duyardım. Kulenin tepelerinde yaşadığı halde halkın içinde var olmayı başaran bir prenses olduğunu da düşünmüştüm, Bir Ruh Macerası’nı okurken. Halktan kopuk steril bir hayatla sahici bir sarsıntıya yol açarak gönüllere nüfuz eden eserler ortaya konulabileceğine inanmıyordu.  Bir keresinde Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı üzerine konuşurken onunla ilgili üzüntüsünü şu mealde cümlelerle dile getirmişti: “Hayatı küçük bir odaya kapanıp yazmakla geçiyor, oysa hayat bu kadar sınırlı yaşanmamalı.”

Aşinalık hissinden söz etmişken, senaryosunu yazdığı filmlere dönük ilgimi anmadan geçemeyeceğim. Onun imzasını taşıyan filmlere duyduğum yakınlığı filmlerdeki imzasını hatırlamaz olduğum yıllarda, 1990’ların sonlarında fark edecektim.  5 yaşındayken Refahiye’nin çarşıya yakın ilk sinema salonun balkonunda, gece gösterimi sırasında ancak yarısına kadar seyredip uyuyakaldığım Son Kuşlar (Erdoğan Tokatlı, 1965) bende sinema merakı uyandıran ilk filmlerden biridir. Epik duyarlığıma karşılık gelen Köroğlu (1968), güçlü olanın her zaman haklı ve muzaffer olamayacağı bildirisiyle dünyamda kalıcı bir yere sahip oldu.  Ah Güzel İstanbul’u (Atıf Yılmaz, 1966) yine çocukluk yıllarında Refahiye’de, Piltan’ın Fırını yanında açılan derme çatma küçük sinema salonunda seyretmiştim. Beşikdüzü Öğretmen Lisesi’nin sinema salonu olarak da kullanılan yemekhanesinde seyrettiğim Kambur (Atıf Yılmaz, 1973)  âşığın özverisinin sınır tanımazlığı üzerine nasıl da sarsıcı bir filmdir!  Kemal Bilbaşar’ın aynı adlı romanını okuduktan sonra seyrettiğim Cemo’nun (1972) sahneleri romanı okurken gözlerimin önünde canlanmamış mıydı?  Yatılı okulun yemekhanesinde altı yıl boyunca seyrettiğim ve aklımda kalan birçok filmde duyduğum sıcak ve etkileyici ses Ayşe Hanım’a aitmiş meğer. 

Hiçbir Gece’yi izledikten sonra ona Selim İleri’nin Kafes’inden söz etmiş, bu romanı çıktığı yıl Irak savaşının acı sahnelerini sergileyen -eşimin askerliği nedeniyle bulunduğum- Tahran’da okurken, kahramanının onulmaz yalnızlığı için gözyaşı dökmekten kendimi alamadığımı anlatmıştım. O da Selim İleri’ye aktarmış anlattıklarımı ve İleri çok duygulanmış. Dünyanın herhangi bir köşesinde samimiyetle yazdığımız cümlelerin kimlerin duyarlığıyla nasıl bir zamanda buluşacağını hiç bilemeyiz.

***

20. Yüzyılın başlarından bu yana -İslâmcılar, Milliyetçiler ve Batıcılar arasındaki “kurtuluş” tartışmaları ekseninde başlatılıp da- kimlikler üzerinden oluşturulan bir gerilimle hayat tarzlarının ve siyasetin dokunulmazlık kazandırılmasına alışkın olan Türkiye’de kesimler arasındaki geçişler dünyanın her hangi bir yöresine göre daha bir zorlu, engebeli. Mütedeyyin kimlikli bir insanın “Beyaz Türk” diye tabir edilen kesime dâhil olmasına sık rastlanmaz; en azından yakın tarihlere kadar bu böyleydi. Buna karşılık “Beyaz Türk” diye de tabir edilen göz önündeki Batıcı elit arasında hayat tarzını değiştirerek İslâmî bir hayat tarzına geçiş yapanlar da eski mahalleleri tarafından pek rahat bırakılmamışlardır. Bu sorgulama bazen terk edene dönük öfkede kendi yerinin nahifliği konusunda duyulan kuşkuyu yansıtır, bazen de tercih edilen tarafın saflarında an gelir, ötekinin terk ettiği adrese dönük Lacan’cı bir arzuyu dışa vurur.Mahalle baskısı hangi kesimde daha ağır uygulanıyor, bir çırpıda cevap veremeyeceğim bir soru bu. Ancak Ayşe Şasa’nın –gotik şatonun içinde nicedir bir yabancı gibi dolaşıyor olsa bile- bu mahalleler arası geçişi kolay yaşadığı hiç söylenemez. Eski çevresinin hidayeti –ya da terk-i diyarı- için hastalığını bir açıklama olarak öne sürmesi, bu konuda sarf edilen cümlelerin acımasızlığı, sadece bir örnek.

Terk edilen kesimin acımasızlığının tam karşısında, dâhil olunan kesimden yükselen kendi haline bırakmamaya kararlı, sevgiden hayranlığa gidip gelen ve bazen boğucu olabilen, tanıma ve irtibatta olma hevesiyle güçlenen bir tezahürat yer alıyor. “Öz yurdunda parya” psikolojisinden kaynaklanan sebeplerle İslâmî kesim, hidayete eren sol/Batıcı aktörleri abartılı ilgisiyle şaşırtabilir, hatta yanıltabilir.  Ayşe Hanım bu açıdan -arayışının sahiciliği oranında- saygıdeğer bir örneklik sergiliyor. İlgi onu ne bunalttı ne de yanılttı. Bir yere varmıştı, ancak yolculuğu sürüyordu. Sanatın hayattaki bakıştan ayırt edilmemesi gereken hayret boyutu sahte duyarlıklarla elde edilmiyor. Öte taraftan hiçbir yetenek ve başarı da beslenmediği takdirde baki kalmıyor. Çabası,  Müçtehit Şebusterinin “düşünce” üzerine görüşlerini getiriyor aklıma: Okyanusun ortasında kulaç atmak gibidir düşünmek. Kulaç atmayı sürdürmezsek boğuluruz, durmak ise felaketimize yol açabilir.

Okyanus yerine dağ metaforunu da kullanabiliriz. “Dağ” metaforunun Ayşe Şasa için taşıdığı önemi, gizli öznesi olduğu “Dağın Öteki Yüzü” başlıklı öyküm yayımlandıktan çok sonra fark edecektim. Benim için ettiği kabul görmüş duaya bir teşekkürdü, sözünü ettiğim öykü. Geçmişinde hayatı görmesine izin vermeyen her şeyi aşılması gereken bir dağ olarak görmüşken, hidayetinin ardından “Akıllılar dünyasının bir kıyısında, sisli bir dağ başına çöreklenmiş, dünyayı kendimce anlamlandırmaya çalışan bir deliyim” şeklindeki cümlesinde dağ, görmeye izin veren bir mevkiye atfen kullanılır Delilik Ülkesinden Notlar’da. “Erenköy’deki köşkte ailesiyle sürdürdüğü halk kesimlerinden yalıtılmış hayat üzerine erken yaşta düşünmeye başlamıştı. Demir kapının önü, dışarıdakiler ve içeridekilerle ilgili bir sorgulama alanıydı, yukarıda değindim: “Oradan geçen niye bize benzemiyor, biz niye onlara benzemiyoruz?” diye soruyordu.  Çok az insan tanıdığını ve birbirinin aynı bu insanların da önünde bir dağ oluşturduğunu düşünüyordu. “Bu dağı aşsa; ötesinde çok başka ve daha güzel bir hayat, güzel insanlar, heyecan verici olaylar” varmış gibi geliyordu. Demir kapı önünde hissettiği başkalık duygusu gelecek günlerde “ıztırâr hali”nde benliğini sarsan sorularla devam edecekti.

Bir adım attığımızda Allah on adımla karşılık veriyor. Şerif Mardin’in anlattıklarından yüreğinize değecek kelimelere açık olduğunuz için İbni Arabi’yi keşfediyorsunuz. Hidayet de başka nedir ki…  Gün gelecek, canhıraş bir şekilde zikrettiği ayetlerle kendisini sahici bir hayattan ayıran demir kapının açılması için bütün kalbiyle yakaracaktır.

Türk sinemasında temsil ettiği değer çok açık; yeni ve gerekli bir hamleyi erkenden başlatan isimler arasında ilk sırada gelir. Bir sinema mümkün, evet, diye düşündüren filmlere imza attı. Klee’nin “sanatta eksik olan halktır” mealinde bir cümlesi var.  O, halkın bilinçli bir seçimle yer bulduğu sahnelere eksik bırakılan sesleri ve simaları kazandırarak Türk sinemasının önünü açtı. Güllü’nün dans ve modernlik arasında kurulan yapay bağa yönelttiği eleştiriyi hatırlıyor musunuz? Köroğlu’nun gözü pekliği, Cemo’nun kadınsı yiğitliği, Haşmet’in vefası, cömertliği, bütün olarak Ah Güzel İstanbul’un resmi (kurgusal bir halk tasarımı üzerinden oluşturulan) modernleşme söylemlerinin sebep olacağı yozlaşma ve yıkıma dönük) öngörüsü… Adı, Yılmaz Güney’den Yusuf Kurçenli’ye, Füruzan’dan Halit Refiğ’e değerli bir sinema yapma yolunda emek vermiş isimlerle bir şekilde buluşuyor. Bülent Oran’ın kendisine en dar zamanlarında arkadaş olması başlı başına anlamlı. Erenköy’deki köşkün ona halkın temsilcileri gibi görünen hizmet veren kişileri, imzasını taşıyan filmlerde bir şekilde yer buldular.

Sinemada Anadolu’yu Nuri Bilge Ceylan’dan çok önce ve daha kapsamlı bir şekilde yansıtmaya çalıştığı söylenilebilir. Kuşkusuz sinemayı bir eğlence aracı olarak görmüş değil. Ancak gişeyi küçümseyen entelektüel filmlerden yana da olmadı.

Şimdilerde filmleri üzerine yeniden düşünürken hüzünlenmekten kendimi alamıyorum. Saygımı ve sevgimi bir şekilde dile getirmiş olsam bile, imzası bulunan filmlerin hayatımın zor yıllarında sunduğu sıcaklığı ona daha güçlü bir şekilde anlatmış olmam gerekmiyor muydu? Her zaman aramızda olacak, nasılsa orada ve sofasının kapıları açık, diye düşündüğüm için belki de o kapsamlı konuşmayı/yazıyı ertelemeyi sürdürdüm.

 Entelektüel sinemaya eksik olan irfanî boyutu hatırlatan senaryolar yazdı, fakat kendisinden “senaryo yazarı” veya “senarist” diye söz edilmesinden hoşlanmazdı. Hikâyeler yazıyorum, demişti bir telefon konuşmamız sırasında. Tasarladığı hikâyeleri tamamlamış olabilir mi, notlar hâlinde bile olsa okuruyla paylaşmayı düşünmüş müydü, bilmek isterdim.