Siyasal sistemlerin radikal değişimler yaşadığı dönemlerde toplumsal aktörler alanında görece bir tasfiye meydana geliyor. Yeni sistem, kendi ideolojisinin aktörlerini ön plana çıkartırken önceki dönemin temsil değeri taşıyan öznelerini geri plana itiyor yeni tasarı ve araçlarıyla. Hoyrat bir göz ardı, önceki döneme mal edilen sesleri susturmaya dönük linçlerle ilerliyor. Sadece yeni sistemin gözüpek savunucusu olanlara uzatılıyor mikrofonlar, kürsüler onlara sunuluyor; ömre mal olmuş faaliyetlerin değerli ayrıntılarını silip süpürüyor dönemsel dalga.
Cumhuriyet’ten önce faaliyet gösteren faal kadın aktörlerin birçoğunun yaşadığı bir tasfiye bu. Akla gelen ilk örnekler, kadın hakları alanında öncü, yazar Nezihe Muhiddin ve kadın haklarının yanı sıra işçi hakları alanında da çaba göstermiş olan şair Yaşar Nezihe Bükülmez. Bu iki isimden daha popüler olan Halide Edip, yeni sistemle bağdaşamadığı için 14 yıl Türkiye’den ayrı yaşadı. Ancak edebi kamuya mal olduğundan ve geçen yıllar içinde çalışmaya devam ettiği için, Türkiye’ye döndükten sonra da faaliyetlerini sürdürecek bir zemin buldu. Nezihe Muhiddin ve Nezihe Bükülmez ise çalışamaz, faaliyet gösteremez duruma geldikleri için sessizleştiler.
Yeni Dönemin Sessizliğinde Kaybolan Tecrübeler
Dönemsel dalgalar karşısında, seçimleri ailenin yazgısıyla bütünleşen kadınlar, ailenin red ve kabullerinden bağımsız olmayan bir konumda hayata tutunmaya çalışıyorlar. Korumacı aile duvarları içinde yeni sisteme mesafeli duruyor ya da ailenin düzene uyumu oranında, bazen de bizatihi aileden sorumlu konumuna geldikleri için bu mesafeyi azaltıyor veya yok sayıyorlar.
Acaba başörtülü kadınlar bu yapısal değişim döneminde nasıl bir manzara sunuyor? Çoğu değişimin “harf devrimi”ne kadar ani bir ayrımla gerçekleşmediğini belirtmek gerekir. Harf devriminden önce bile Enver Paşa harflerin ayrı olarak tek tek ve ayrıca sesli harflerin de yazılması esasına dayanan, bu nedenle de “huruf-i munfasıla” diye adlandırılan yeni bir alfabe değişikliğini gündeme getirmişti. 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren kadın kıyafetleri Avupa modalarının etkisiyle sürekli yeni biçimler kazanıyordu. Giyim kuşamdaki asrilik konusunda ise saray çevresindeki kadınlar öne çıkan bir örneklik teşkil ediyorlardı.[1]
İkinci Abdülhamit’in kız kardeşi Cemile Sultan’ın torunu Mevhibe Celaleddin’in Geçmiş Zaman Olur ki başlığını taşıyan hatıratı, hayat tarzı değişimi sürecinin göstergeleri bağlamında bir hayli açıklayıcı bilgiler içeriyor.[2] Mesela Cemile Sultan’a babası Sultan Mecit tarafından hediye edilen Fındıklı’daki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi binasına misafir gelen Avrupalılar, bu saray olarak inşa edilen binadaki Avrupai göstergeler karşısında hayretlerini saklayamazlar. Saray halkının daha dışa kapalı yaşadığı bir dönem sözünü ettiğim elbette. 1887 doğumlu Mevhibe Celaleddin, babasının Donanma Günü olarak kutlanan Sultan Hamid’in tahta çıktığı Rumi 19 Ağustos tarihinde Kandilli’deki saraylarının selamlık bölümünde ecnebi ahbapları için düzenlediği balolardan uzun uzun söz eder. Sarayın kadınları bu balolara katılamasalar da gıptayla, ancak davetli kadınların omuzları kolları çıplak giyim kuşamlarını ve dans etmelerini de yadırgayarak, onların hesabına utanarak izlemektedir. Beri taraftan sürekli Avrupa’yla kıyaslanma karşısında gösterilen tepkiler bir yerde öne sürülen “fark”ın niteliği konusunda sorgulamalara yol açıyor. Geçmiş Zaman Olur ki bu bağlamda açıklayıcı ayrıntılar içeriyor. Paris’te çıkan Ilustration dergisinin harem görmek isteyen kadın muhabiri Kandili’deki saraya konuk olduğunda, salonun bir köşesindeki Lui Kenz takımı dikkatini çekiyor ve “Görüyorum ki salonunuz herhangi bir Avrupa evinde bulunan salonlardan farksız.” diyecekti. Kadının bu hâllerine sinir olan Mevhibe Celaleddin ise “Avrupa’dan pek farkımız olduğunu zannetmiyorum madam. Maamafih, arzu ederseniz size Türk tarzında döşenmiş odalarımızı da gösterebilirim.” diye dile getirir tepkisini.
Sarayda bunlar yaşanırken İstanbul, Beyoğlu’ndan yayılan bir modanın baskısını işgale birlikte daha derinden hissedecekti. Hanımlara Mahsus Gazete’de 1896’da (1313 yılı, Cemaziyelahir’n 25’inde) yayımlanan bir ilanda Galata Karaköy Caddesi’nde açılan Tring Mağazası şu içerikle tanıtılıyor:
Kadınlara mahsus hazır elbise için yeni bir şube tesis edilmiştir. İşbu mağazada kadife havlu kumaş ve moda kumaşlardan mamul hayli ferace ve ceketler, küçük kızlar için elbise ve küçük çocuklar için mantolar, Paris modelleri, her bir son moda elbise ehveniyyet-i fevkalâde ile fürûht (satış) olunmakta olup Osmanlı hanımları için kadın fürûht memurlarıyla kadın terziyi hâvi ayrıca bir salon dahi tertip edilmiştir.[3]
Aynı yıl, Cemaziyelevvel’in 22’sinde yayımlanan bir başka ilânda ise Beyoğlu’nda bulunan Luvr Mağazası’nın Avrupa’dan, özellikle de Paris ve Lion şehirlerinden getirdiği çeşitli ve seçkin, “nefâset ve metânet”e sahip malların indirime girdiği duyuruluyor.
Refik Halit Karay, Üç Nesil Üç Hayat isimli eserinin bir bölümünde Aziz Devri, Hamit Devri ve Umumi Harp sırasında kadın kıyafetlerinde meydana gelen değişmeye dikkat çeker.[4] Ferace “Aziz Devri”nde aynalı biçimle bele dayanmış dar ve kollu şekli, “voton” denilen terzi tabiriyle “pense” edilmiş kolsuzu ve pelerinlisi, “gron” denilen pırıl pırıl bir cins halis kumaştan yorumuyla sürekli biçim değiştiriyor. Düğmeli, kopçalı, kuşaklı, yırtmaçlı feracaler kordonlu, şeritli, pullu olarak da ayrılıyor aynı zamanda. Çorapların ferace renginde olması gerekiyor, ayakkabılar ferace kumaşından yaptırılıyor, varlıklı kesimlerde. Atlas ve gron ayakkabılarla yürümek kolay olmayacağı için de bu “kibar” hanımlar araba ve kayıkla dolaşıyorlar. Yayan yürümek, alışverişe çıkmak gerektiğinde ise kâhya kadının veya bir halayığın sade, şatafatsız feracesine bürünüyor hanımefendiler. Hamit devrinin dış kadın giyimi, -Abdülhamit yasakladığı hâlde- çarşaftır. İlk çarşaflar uçkurlu, hem de bel tarafından dikişlidir; günümüze de intikal eden bir model bu. Ancak kumaşları sert olduğu için kabuk gibi dik durmasıyla rahatsız edicidir. O kumaşların yerini zamanla önce çizgililer, sonra açık fakat düz renkliler, daha sonra da koyu renkliler, nihayet krepler alıyor. Otuz yıl içinde uçkur kalkıyor, iki kısım birbirine dikiliyor, alt kısım bel yerinden darlaşıp da üst kısım dizlere kadar inerken uzunca bir pelerin biçimi kazanıyor. Pelerin zamanla küçüldükçe içe giyilen bluz, arkadan ve yanlardan görülebiliyor. Etek de artık daha bir kısalmıştır. Ayrı bir çarşaf eteği yerine tayyör eteği giyilebiliyor. Pelerin bir müddet sonra kalkıyor, tayyör ceketinin üstüne tayyörün kumaşından şapka yerini tutan ayrı bir başlık konuluyor. Bu başlığın üzerinde de peçe vardır. Bütün bu değişimler Abdülhamit zamanında yaşanıyor. Sonra, Beyaz Rus akınının tesiriyle başa “Rus başlığı” denilen bir türban ve genellikle örtülmeyen bir peçe konuluyor. Manto olmazsa ise jarse etek, elbise üstüne bir değirmi pelerin…
Umumi harp sırasında “sarma çarşaf” modeli yaygınlaşıyor. Hiç dikişsiz yedi metre kumaşa sarınmayı getiren bu model pratik olmadığı ve pahalıya geldiği için tutmuyor. Kumaş ve modellerdeki yeni yorumlar toplumsal değişimler ve çalkantılardan etkilendiği gibi, iktidar alanlarının sergilediği yönelimin çizgileriyle de biçimleniyor.
Sokak kıyafetlerinde baş gösteren farklı temayüller karşısında Enver Paşa’nın emriyle İstanbul Merkez Kumandanlığı çarşaflar için etek uzunluğunu belirleyen hadd-ı şerî konuluyor. Aynı tarihlerde Cemal Paşa kadınların katıldığı kermesler, erkekli kadınlı çay partileri verdirmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul işgal edildiğinde varlıklı elit kesimi saran yozlaşma, Mithat Cemal’in Üç İstanbul’un konularından biridir.[5] Romanın kahramanı İttihatçı yazar ve hukukçu Adnan, İkinci Meşrutiyet’in ardından siyasette yıldızının parlamaya başladığı dönemde kılığı kıyafetiyle sade ve nezih Bakan kızı Süheyla’yı değil, ev ve cemiyet hayatında Batılı hayat tarzını esas alan Erkanıharb Müşiri nin kızı Belkıs’a meyleder. Romanda Süheyla’nın yeni tür ancak mazbut giyimiyle benzeri bir amaç güden bir çay partisine katıldığı bir bölüm var. Aynı baloya eşi Belkıs’la katılan Adnan, Süheyla’yı yeni dönemin etkilerini taşıyan zarif bir kıyafetle gördüğünde, bir bocalamaya düşüyor. Zarafet orada modanın baskısına karşılık değişmeyen iyi öz olarak kendini gösteriyor.
Yardımlaşma derneklerinin faaliyetleri dış giyimde sadeleşmeye sevk ederken, tüketici hayat tarzı gösterişi öne çıkarıyor. Savaş, mütedeyyin ve vatanperver kadınları daha sade bir hayat sürdürmeye sevk ediyor. Evlerinden ve mahallelerinden çıkıp savaşa katılan askerlere destek amacıyla dernekler kuruyorlar. Beri taraftan İstanbul’un işgal yıllarında bile toplumun maruz kaldığı büyük acılara rağmen Batı modasını takip eden, Batılı bir hayat tarzına göre yaşayan kadınlar eksik değildir. Cumhuriyet kurulduktan birkaç yıl sonra resmi veya gayriresmi yollarla ortaya konulan hayat tarzı, Osmanlı’nın son yıllarında seçkin çevrelerin özel alanlarında zaten etkisini gösteriyordu.
Hayat Tarzı Endişeleri
Halide Edip Adıvar’ın 1912’de yayımlanan ütopik romanının kahramanı Kaya, bakan kocasıyla Avrupa’ya çıktığı yolculuklarda ne Osmanlı saray yaşantılarının tezahürü olan bir giysiyi seçer ne de Avrupalı kadınların giyim kuşamına özenir. Besbelli kitabın yazıldığı yıllarda etkili olan ittihatçı, Türkçü söylemlerin etkisini taşıyan Yeni Turan giysisi, kadının rahat hareket etmesine izin verecek şekilde tesettürü sağlayan bir model olarak tasarlanmıştır.[6] Cumhuriyet’in birkaç yıllık hazırlığın ardından kılık kıyafet kanunuyla kesinleştirdiği tarz uçurumu Osmanlı döneminde zaten başlamıştı. Süheyla’nın nispeten Yeni Turan’ın Kaya’sıyla bütünleşen kaygıları Cumhuriyet sonrasına intikal ettiğinde kamusal alanda bir karşılık bulamayacaktı.
Mevhibe Celaleddin Muhsin Ertuğrul`un tiyatrosunda aktrislik yapar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında Osmanlı Bankası`nda telefon memuresi olarak çalışır. Onun işgal altındaki İstanbul’un balolarında temayüz ettiği yıllarda, 1864 doğumlu Çankırılı şair Cevriye Banu divanını yakıyor. Cevriye Banu, Atkaracalar Köyü’nün eşrafından Mustafa Gazibey’le Fatma Hanım’ın altı çocuğunun en büyüğüdür. Babası, şiirlerini Banu” ismiyle imzalayan şairin çocukluk yıllarından itibaren konağının giriş katındaki salonda, ülkenin dört bir tarafından gelen şairler için toplantılar düzenliyor, kızları da bu toplantılardaki şiir okumalarına arada bir kafes bulunan ekli bir odadan iştirak ediyorlar. Şiirlerini “Banu” adıyla imzalayan Kadiri Tarikatı mensubu şair, vefatından (1917) iki yıl önce, 1915 yılında divan hacmine ulaşan şiirlerini, “Benden sonra kim okuyacak bunları, insanlar yanlış anlar.” diyerek yakıyor.[7]
Kuşkusuz o dönemde orta Anadolu’da (Kadiri tarikatına özgü önemli bir tekkenin varlığıyla merkezi bir konumda bulunan) bir köyde genç bir hanımın şiir okumalarına katılması, babasının vefatından sonra konağın idaresini eline alıp şair buluşmalarını sürdürmesi bir hayli ilginç bir olgu. Ancak şairin vefatından hemen önce divanını yakması, şairliğiyle ilgili bir takım kuşkuları olduğunu düşündürüyor. Bu kuşkularının ne kadarı kuruntudan ibaretti acaba? Mütedeyyin bir kadın için hazırlanmış bir edebi kamu yoktur henüz. Avrupa’dan gelerek sanatçıları ve yazarları etkileyen birçok icadın kadınlar söz konusu olduğunda şeyhülİslâmlar tarafından tepkiyle karşılandığı bir dönemdir bu. Elbette İmparatorluğun maruz kaldığı parçalanmaya dönük tehditler ve birbirini izleyen savaşlar muhafazakar bir hissiyatı güçlendiriyordu. İkinci Abdülhamit döneminde bu korumacı siyaset yükselirken özellikle Avrupa’da tahsil görmüş gençlerin örgütlü tepkisini çoğaltan bir etki oluşturmuştur. 20. yüzyılın başlarındaki İstanbul çok büyük bir kaosu ifade eden çatışma ve dalgaların kendini hissettirdiği bir ortama sahipti. Bu ortamın dindar aileler üzerinde çeşitli tesirleri oluyordu. Kimisi daha çok kabuğuna çekiliyor, kimisi ise yeni eğitim kanalları vasıtasıyla modern dünyanın gidişatına müdahale etme iddiasını dile getiriyordu.
Nezih H. Neyzi’nin anılarını okurken, Osmanlı döneminin yönetici ve ilmiye sınıfından bir ailede dini inanç ve göreneklerin yanı sıra Batılı hayat tarzına mahsus giyim kuşamın da erken dönemde yerleşmiş olduğunu fark ediyoruz. Neyzi’nin kitabının kapağında, anneannesinin annesi Leyla Hanım, Beşiktaş’taki konaklarında başörtüsüz modern bir kıyafet içinde piyano çalarken görülür.[8] Ancak 13. sayfada –çocukluk ve gençlik senelerini sarayda şehzadelerle geçiren- Leyla Hanım’ın saray esvabıyla çektirdiği fotoğrafta hotozu andıran bir başlık vardır. Sultan Reşat döneminde ailenin okullu genç kızları saraya “saçak öpmeye” giderken ferace veya maşlah giyinirlermiş. Neyzi ailesinin tanınmış isimlerinden Mimar Nihat Vedat Tek, hatıratın yazarı Nezih H. Neyzi’ye yazdığı bir mektupta bu saray ziyaretlerini anlatırken şöyle bir izahatta bulunuyor: “Annen ve Refika ablam o tarihte yetişmiş, kibar, kültürlü hanımlar. English School’a giderlerdi. Hatta eniştem Mehmet Ali Bey, kızları şapka giydiler diye çok kızmışlardı.”
Hayat tarzı bağlamındaki korku ve endişeler gibi tutku, coşku ve öfke gibi hislerin de yansıdığı siyasal dil İslâmcı, Türkçü ve Batıcı sesler hâlinde bir ayrışma gösteriyor 20. yüzyılın başlarında. Bazı İslâmcı yayınlar kadınlara kamusal alana yönelen faaliyetler konusunda olsun yeni kadın kıyafeti modaları konusunda olsun sürekli uyarılarda bulunuyorlar. Balkan Savaşları sırasında Osmanlı ordusunun uğradığı yenilgi ve kayıplar halk arasında derin bir üzüntü ve moral çöküntüsüne yol açtığında, moda kadın kılıkları farklı bir içerikle tartışmalara dahil ediliyor. Kimilerine göre kadınların örtülü ve çarşaflı giyimleri, kimilerine göre ise açık saçık ve süslü giyinme eğilimleri bu savaşlardaki felaketlerin sebebi olmuştu.
Âlimlerin genel eğilimi halkı mevcudu koruma altına alma doğrultusunda uyarma yönündeydi. Bu konuda bir örnek, Avrupalı bir kadın yazarın fotoğrafının yer aldığı bir kadın dergisinden hareketle Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin fotoğraf makinesi kullanımının sakıncaları konusunda Müslümanları uyarmasıdır. Ne var ki bir zihinsel ve pratik hazırlık çabası anlamına gelmeyen bu uyarı, Müslümanları tasvir ve sinema gibi konularda geciktiren şüpheleri güçlendiren bir etki uyandırmış olmalı.
Çarşaf Meselesine Dair başlıklı risalesinde İbnülhakkı Mehmet Tahir, Balkan Savaşı yenilgisine kadınlarda gözlemlenen açık saçıklığın sebep olduğunu ileri sürenlere karşılık bir de tesettür yüzünden çağdaşlaşma ve medenileşmenin gerçekleşemediğini, yenilgilerin de bu yüzden gerçekleştiğini iddia edenler olduğunu söyleyerek, bu tartışmaların yenilgi ve geri kalmışlık konusundaki asıl nedenleri unutturduğunu yazıyordu. Mehmet Tahir’e göre geri kalmışlığın bütün sorumluluğunun kadınlara yüklenmesi hakça değildi.[9]
Bu görüş zıtlığı Mehmet Tahir’in de ifade ettiği üzere tarafları çözümü hatta izahı kolay olmayan gerçek sebeplerde derinleşmek yerine temsil cazibesi güçlü bir hayat tarzı farkına yoğunlaştırmaya sebebiyet veriyordu. Modern dünyada birçok kabul ve ifade değişirken kadının değişmez bir sabite olarak kalması muhafazakârlarda sahip oldukları görece huzuru korumanın bir yolu olarak görünüyordu. Bu nedenle de kadın meselelerinin dokunulmazlığı ile huzur arasında kurulan bağ ileriki yıllara da yansıyacaktır. Kuşkusuz İslâmcılar arasında Mehmet Akif, Musa Carullah, Sait Halim Paşa… gibi daha zihin açıcı tartışmalar sürdüren aktörlerin söylemsel ağırlığı ihmal edilemez. İslâm’ı modern dünyada yaşamanın ve anlatmanın yeni ifadelerinin peşinde olan, İslâmî kavramları yeniden okuma çabasına düşen İslâmcıların söylemleri, kadınları sorunlardan soyutlama ya da sorunları bizatihi kadınlar üzerinden ortaya koyma gibi uç eğilimlerin uzağındaydı. Batıcılar ise Abdullah Cevdet’in ifadesiyle “Kur’an’ı kapa, kadınları aç!” şeklindeki bir formüle bağlıyorlardı ilerlemeci tahayyüllerini.
Kadın bedeni, görünürlüğü üzerinden sürdürülen bu çekişmenin cumhuriyet sonrasına yansımaması düşünülemezdi. Hatta, Osmanlı’nın mührünü taşıyan kıyafet genelgelerinin bu kez “Avrupa medeniyetine dâhil olma” şiarlarıyla birlikte Cumhuriyet sonrasına taşınacağı görülecekti.[10]
İstisnalar bir tarafa bırakılırsa Osmanlı döneminin birçok yönetici eliti Cumhuriyet kurulduktan sonra hayatını modern Cumhuriyet’in hedefleriyle uyumlu bir çerçeve içinde sürdürür. Kendini korumak üzere “yeraltına” çekilenler, kamusal aktör olmadıklarından ancak ileriki dönemlerin sözlü tarihlerinde şahitlik edebilirlerdi. Bu alanda çalışmalar ne yazık ki hemen hemen hiç yapılmış değil. Mütedeyyin kesimin mahremiyet anlayışının yanı sıra mevcut basın yayın diline dönük güvensizliğinin de bu ketumiyette payı olmalı. Neyin suç olarak işaretleneceğine emin olunamayan zamanlar darbelerle sürekli kılınıyordu ne de olsa. 1938 doğumlu Nuran Sözen, siyasi baskılar yüzünden gömlek pantolon giyip hatta bir dönem fötr şapka takmaya mecbur kalan bir imamın kızı. Çocukluğu babasının görevi nedeniyle Heybeliada’da geçen Sözen, toplumdaki tesettür baskısı sessizliğini oluşturan vaziyeti şöyle tasvir ediyor, Ayşe Olgun’a verdiği röportajda: “Biz çok sonra örtündük. Çünkü bizim gençliğimizde örtünmek diye bir şey yoktu yani tek bir örnek yoktu önümüzde. Erkek mendilinden az irice örtüleri katlayıp başa bağlayınca toplumda örtülü sayılırdı. Gerçek manada çok sonra örtündük.”[11]
Geçiş döneminin eğitim görüp meslek edinme çağındaki genç hanımları genellikle yeni devlet ideolojisiyle uyumlu bir yönelim içinde oldular. Cumhuriyet öncesinde başlayan modern hayat tarzı eğilimleri yeni düzenin teşvikiyle kamusal görünürlük kazanıp yaygınlaşmaktaydı. Yusuf Kurçenli’nin Gramafon Avrat’ındaki (Ayşe Şasa mahreçli) şu mealde bir mizansen, yeni sistemin medeniyet tasarısında kadınlara nasıl bir rol biçtiği hakkında bir fikir veriyor: “Halkevi temsillerinde sahnede uçuşan medeniyet melekleriyle ümmetten millet yaratılacaktı.” Hep bir şeyden bir yerden uzaklaşma çabası rolü, ama neden, nasıl, nereye… Hanım “bayan” olur ama nedense “bey” bir türlü “bay”lığı kendine yediremez.
Cumhuriyet balolarının resmi kisvesi cemiyet ortamlarında “sosyete hayatı”, “gösteriş merakı”, “alâyiş ve fanteziye düşkünlük” şeklinde İstanbul hanımlarının sürüklendiği badireler olarak tanımlanıyordu Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu tarafından. Sapla saman sürekli karıştırılıyordu… Yeni tip “modern” aile tasvirlerine karşılık evlilik zaviyesinde kadının kamusal hayatına bakış açısı korkularla doludur. Cumhuriyet ideolojisini sinemada öğretmekle görevlendirilmiş Muhsin Ertuğrul’un filmlerinde kamusalı/şehri temsil eden kadın bir “femme fatale” olarak tasvir edilir. Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu’sunda sıklıkla “Kadını kurtarınız, eve döndürünüz!” çağrısıyla karşılaşırız. Kamusal alan kadınlar nezdinde bir açıdan “kurtarılmışlığın” sembolleriyle bir varlık vaat eden agora, diğer açıdan ise belirsiz muaşeretiyle tekinsiz, tehlikelerle dolu bir cangıldır. Kamusal alan korkusuyla kadınlar ancak bu kamuda erkeksi bir ifade kazanarak ya da kendilerini çirkinleştirerek baş edebilirlerdi.
Göçlere Zorlayan Belirsiz Zamanlar
Cumhuriyet’in ardından yapılan devrimlerde kendini gösteren köklü değişime ayak uydurmak istemeyen, dahası bu değişimi endişe verici bulan kimi ebeveynlerin İstanbul’dan Anadolu şehir ve köylerine geri göçü istisnai örnekler değil. Balkan Savaşları’nı takip eden bir süreç bu aslında; İstanbul göçlerle, işgallerle tekinsiz bir iklim sergiliyor mütedeyyin kesimlerde. Suavi Kemal Yazgıç’ın Balkan Savaşları sırasında Makedonya’dan İstanbul’a göç eden geniş ailesinin bir bölümü, bu şehirde dinlerini yaşayamayacağı endişesiyle Şam’a göç ediyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında sıhhiye eri olarak Şam’a giden Yazgıç’ın dedesi, akrabalarını bulup görüşüyor ama Cumhuriyet’ten sonra aileler birbirinden tamamen kopuyor.
Savaş ve işgaller nüfusun dalgalanmasına yol açarken tam geçiş dönemine denk düşüyor kimi ailelerin İstanbul’a yerleşmeleri. Trabzonlu bir ailenin kızı olan 1902 Trabzon doğumlu Mediha Kayra’nın geçirdiği hayat tarzı değişimi bu açıdan bir istisna olmasa gerek. Kardeşi Cahit Kayra, Mediha Kayra’nın 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlıca tuttuğu günlüğü Hoşça Kal Trabzon Merhaba İstanbul adıyla kitaplaştırmış.[12] Cahit Kayra kitabın önsöz yazısında 1922’de İstanbul İttihadî Osmanî Okulu’nda eğitim gören Mediha’nın “çağdaş yaşama uyumu” konusunda dikkat çekici bulduğu iki hususa değiniyor: İlk olarak, Mediha piyano dersi almaya başlamıştır. İkinci olarak da okuldaki tiyatro etkinliklerinde yer almıştır.
Rus ordularının Osmanlı’nın Kafkas Cephesi’ni yararak Erzurum’u işgali, ardından da Trabzon’a hücumu üzerine Mediha’nın geniş ailesi yelkenli takalarla Trabzon’dan ayrılırlar. Sürekli Rus savaş gemilerinden kaçmaya çalışarak, yer yer verilen molaların ardından Samsun’a gelir, oradan bir süre kalırlar. 10 Nisan 1916’da Merzifon’a hareket eder, bu ilçede altı ay süren molanın ardından at arabalarıyla Yozgat üzerinden Ankara’ya, oradan da Mediha’nın ilk kez gördüğü trenle 1916 Ekimi’nde bir salı günü İstanbul’a ulaşırlar.
O tarihlerde 14 yaşında olan Mediha’nın günlüğünde İstanbul izlenimleriyle ilgili şaşkınlığını yansıttığı konulardan biri, kadınların kılık kıyafetidir. “Lakin hayret!” diye yazar. “Kadınların yüzleri apaçık. Biletçiden hiç kaçmadıkları gibi, gençler çarşaflarının bağlarını içeriden bağlayacaklarına dışarıdan bağlıyorlardı. Biz şaşkınlıkla bunlara bakıyor ve içimizden ayıplıyorduk.” Başka bir yerde de şu cümleler yer alıyor: “…yolda, trende gördüğümüz yüzleri, göğüsleri, kulakları, saçları açık kadınları ayıplıyor, “Nasıl erkekten utanmıyorlar?” diye şaşırıyorduk.”
Kitabı yayına hazırlayan Cahit Kayra’nın önsözde belirttiği gibi Mediha İstanbul’a geldiği tarihte çarşaf giyen, beş vakit namaz kılan, sokakta gördüğü yüzleri açık kadınları ayıplayan bir genç kızdır. Trabzon’da, beş yaşında gönderildiği sübyan mektebinde hafize olarak yetiştirilmiştir. Çalışkan, gayretli bir öğrencidir. Dayısı Trabzon milletvekili Naci Bey onu Dar’ül Muallimatı’na (Öğretmen Okulu’na) yatılı olarak kaydettirir. Mediha bu okulu birincilikle bitirir. Kitapta yer alan 1920 tarihli bir okul fotoğrafına baktığımızda, Mediha’nın başörtülü olmadığını görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ise Feyziati Lieseleri kızlar kısmının müdiresi olarak çalışma hayatına başladığında, çarşafı andıran giysisini çıkarıyor. Cahit Kayra, ablasının geçirdiği hayat tarzı değişimini şöyle anlatıyor: “Önce günün bütün zamanını dolduran dinsel adet ve yükümlülüklerden vazgeçti. Okulun ve okulda yaşayanların gösterdikleri normlar içinde yaşamayı; her akşam açılan ve sabahları toplanan döşekler yerine karyolada yatıp kalkmayı, sinilerde değil sofralarda çatal bıçakla yemek yemeyi, okuldaki öğrencilerin giydikleri elbiseyi (giymeyi), okulun bahçesinde jimnastik yapmayı ve ders alarak piyano çalmayı öğrendi.”
1929 ekonomik krizi sırasında ailenin bütün erkekleri ölmüştür, geri kalan kalabalık bir aileyi geçindirme sorumluluğunu üstlenen Mediha evlenmeye fırsat bulamaz. Öğretmenlik yaptığı Boğaziçi Liseleri kapandıktan sonra azınlık okullarında çalışır. 1969’da emekli olur, 2003’te vefat eder.
Bir değişim döneminin çatışmalara, vazgeçmelere ve hayata yeniden tutunmaya zorlayan güçlü dalgaları arasında, dönemsel eğitim ve yeni kamu kuralları, mütedeyyin aile fertlerinin hayat tarzının kurallarına baskın çıkmıştır. Ailenin zeki ve gayretli kızı, görünüşte değişiklik yaşasa da muhafazakar bir hayat tarzını korumuş görünüyor. Geniş bir ailenin Anadolu’nun içlerinde ilerleyerek süren göçünün nihayetinde kurulan yeni düzen, çöken imparatorluğa mal edilen hayat tarzından uzaklaşmayı getiren şartlarda oluşacaktır. Mediha’nın süren tahsil hayatı ve kamusal rolleri de aynı şekilde savaş travmalarıyla ağırlaşan siyasal ve toplumsal şartlar altında gerçekleşiyor. Mediha örneği kuşkusuz istisna değil. Osmanlı İmparatorluğu döneminde tahsil hayatına başlayan pek çok kadın kamusal rol ideallerinin sevk ettiği şekilde yeni sistemin kamu hayatına uyum göstermişlerdir. Bu uyum hem İmparatorluğun parçalanmasının getirdiği belirsizlikten ve mevcut olana tutunma ihtiyacından etkilenmiştir hem de imparatorluk çağının son döneminde başlayan Batı mahreçli modern hayat vurgulu hayat tarzı ve muaşeret değişimlerinin oluşturduğu birikimden.
Kambay Ailesi’nin Rize’ye bağlı Balıkçı Köyüne Geri Göçü
Ağababa’nın hikayesini bana önce Nevin Meriç anlattı. Onun verdiği telefon numarasından Ağababa’nın torununun kızı, bilgisayar mühendisi Pakize Kambay Akıncı’ya ulaştım. Akıncı’nın bana anlattığına göre aile çevresinde “Ağa Baba” olarak bilinen Şaban Kambay, 1885 yılında İstanbul’un Bebek semtinde dünyaya geliyor. Ancak aile daha sonra Salacak’a taşınıyor. Ağababa’nın gençlik ve evlilik dönemi de bu semtte geçiyor. Eşinin adı ise Emine Kambay’dır.
Ağababa (kendi tabiriyle) 36 karış uzunluğa sahip kayığıyla geçimini sağlıyor. Kabataş İskelesi’nde İngiliz, Fransız ve İtalyan donanmalarından asker alıp gezdiriyor, onlara bir nevi taksicilik yapıyor. Yedi lisan biliyor, İngilizceyi çok iyi konuşuyor. İtalyanca ve Fransızca da konuştuğu dillerden. On dokuz yaşına geldiğinde Rize’ye memleketine gidiyor bir süreliğine, orada Emine Hanım’ı tanıyıp seviyor. Akrabası olan Emine’nin ağabeyleri de İstanbul’da yaşamaktadır. Rize’de evlenen çift, ilk cocukları doğana kadar bu şehirde kalıyor.
1916’da Rize tarafında yaşanan Rus saldırılarından dolayı amcaoğlununki ile birlikte iki aile, çoluk çocuk bir kayığa binerek İstanbul’a doğru yola çıkıyorlar. Bu yolculuk iki-üç ay sürüyor. Samsun yakınlarına geldiklerinde, Rus donanma ordusu tarafından fark edilip batırılmak isteniyor kayık. Fakat Rus komutanlar içindeki çocuk ve kadınları görünce bu fikirden vazgeçip, kendilerine yiyecek veriyor ve serbest bırakıyorlar.
İstanbul’da maddi açıdan refah bir hayat sürdürüyor aile. Rize’ye geri göç edinceye kadar da Salacak’taki evlerinde ikamet ediyorlar. İkinci ve üçüncü çocukları bu semtte dünyaya geliyor. Ermeni ve Rum komşuların ağırlıklı olduğu bu çevrede Emine Hanım Rumca öğreniyor. Dönemsel olarak muhtaç düşen gayrimüslim komşulara aile sürekli yardımlarda bulunuyor, bazen çuvallarla ayakkabı alıp dağıtıyor.
Pakize Hanım’ın dedesi Saim, 1920’de dünyaya geliyor; kayıt ihmalleri nedeniyle bir iki yıl önce de olabilir bu tarih. Hemen ardından kız kardeşi Fehmiye dünyaya geldiği için aile açısından çocuklarının dini terbiye ve eğitimi bir sorun olarak hissediliyor.
İlk gençliğinin geçtiği Osmanlı döneminde o kadar da dindar değilken, muhtemelen imparatorluğun parçalanma sürecinin sarsıntılarından etkilenerek dini ölçülere uygun bir hayat sürdürmeye yöneliyor Ağababa. Çocukların dini eğitim almasını istiyor. Ancak Cumhuriyet’ten sonra İslâmî hayat tarzını koruma konusunda zorluklarla yüz yüze gelmeye başlıyor.İki oğlu ve en küçük çocuğu olan biricik kızına evinde gizli gizli dini eğitim vermeyi hiç bırakmıyor. Mızraklı İlmihal’in yansı sıra Osmanlıca dini kitaplar okutuyor. Oğulları ve biricik kızları sürekli Kur’an okuyorlar. Ne var ki Ağababa’nın sadece büyük oğlu mektep eğitimi görüyor. Diğer çocuklar evde baba ve anneleri tarafından eğitiliyorlar. Pakize Hanım’ın dedesi çeşitli şairlerden şiirler okuyor, kendisi de şiir yazıyor.
İstanbul’da İslâmî hayat tarzı itibarıyla yaşadıkları zorluklardan, baskılardan dolayı Kambay Ailesi 1941’de zorlu bir karar alarak, Rize’nin Pazar ilçesina bağlı (eski adıyla “Zelek” diye bilinen) Balıkçı köyüne göç ediyor. Ağababa’nın dedesi, takriben 1790 doğumlu Hacı Nazlı Efendi’nin yerleştiği köydür bu. Ağababa zaman zaman gelip kaldığı bu köyde sürekli yaşama kararı aldıktan sonra köydeki akrabalarına para göndererek bir arazi satın almıştır. Köydeki yaygın konuşma dili o tarihlerde Lazca’dır. Göç döneminde Pakize Kambay’ın dedesi Saim 21, kız kardeşi Fehmiye ise18 yaşlarındadır. Gençler ortama uyum sağlamakta zorlansalar da Ağababa’nın baskın kişiliği nedeniyle tepkilerini ortaya koymaktan çekiniyor, yaşadıkları zorlukları dile getirmiyorlar. Aile köylerinde, İstanbul’da ustalık kazandıkları alanlarda, kayıkçılık ve balıkçılıkla geçimini sağlıyor. Büyük oğulları 13-14 metre uzunluğunda bir kayıkla yunus balığı avcılığına yöneliyor. Kış aylarında bu nedenle İstanbul’a gidiyor ailenin erkekleri. 1960’ların başlarında bu kayığı satıyorlar. Büyük oğul kayığın parasıyla köyde bir bakkal açıyor. Geçimlerini artık bu dükkandan ve çay ekiminden karşılasalar da Pakize Kambay’ın dedesi Saim Bey balıkçılığı bırakmıyor.
Ağababa ve Emine Kambay’ın çocuklarının en küçüğü, biricik kızları Fehmiye (1923) hiç evlenmiyor. Birkaç yıl önce önce vefat edinceye kadar anne ve babasının gözetiminde bir hayat sürdürüyor. Onlarla çay topluyor, bahçe işleri yapıyor. Ağababa vefat etmeden önce hisselerini oğulları ve Fehmiye arasında paylaştırmıştır. Evin her kuşaktan çocuklarının “Fehmiye Abla” diye hitap ettikleri bu hanımefendi, vefat edinceye kadar büyük ağabeyinin evinde, onun çocuklarının gözetiminde yaşıyor. Mediha Kayra’nın hayatıyla zıt yönde seyreden hayatının ayrıntılarını iyi bilmiyoruz. Genç bir kız iken köye döndüğünde yaşadığı uyum güçlüğünün ayrıntılarını okuyabileceğimiz bir günlüğü olsaydı keşke. İstanbul’u özlemeyi sürdürdü mü, geri dönmeyi istedi mi… Yazılı tarihin duymadığı, kendi istikameti açısından da önemsemediği ne çok dram, ne çok eylem barındırıyor dehlizlerinde yakın mazi.
Fehmiye Kambay’ın Kayıp Yazıları
Fehmiye Hanım ağabeyi Saim’den üç yaş küçüktür. Ağababa’nın bütün çocuklarının boyları 1.80 ila 1.85 cm. arasındadır. Fehmiye Hanım da 1.85 cm. boyunda ince bir kadındır. Ehli muhabbet, esprili, hazır cevaptır.
İstanbul’da yaşadıkları yıllarda Kambaylar’ın çocukları dayılarıyla sıklıkla görüşürlermiş. Dönemin modasına uygun giyinen yengeleri ve onun çocukları, tesettüre uygun kılık kıyafeti nedeniyle Fehmiye’nin köylü gibi giyindiğini dile getiriyorlar. Dayı kızları sinemaya gidiyorlar sık sık, Fehmiye de onlara katılmak istediğinde, “Bu kıyafetlerle gelemezsin, modern giyinmen gerek.” şeklinde bir itirazla geri çevriliyor. Fakat kendisi başını açmak ve kısa etekli elbiseler giymeyi hiç istememiştir. Ailece davetli oldukları bir otel düğününe dayısı onu da götürmek istediğinde, yengesi, “Bu köylü hâliyle gelemez!” diye karşı çıkıyor. Gerçi genç Fehmiye bu gibi söz ve muameleleri sineye çekmiyor, uygun karşılıklar vererek kendi değer yargılarını savunuyor. Akla 1960’larda çekilen modern-köylü zıtlığı üzerine kurgulanmış ve bu zıtlıkların da kadın kahraman üzerinden ele alındığı Türk filmleri geliyor.
Dayısının çocukları okula giderken onlara imrenmiş olmalı Fehmiye, ancak kılık kıyafet engeli yüzünden Latin alfabeli Türkçe eğitimini evde kendi çabasıyla sürdürdüğünü anlatıyor kardeşinin torunu Pakize Kambay Akıncı. Kuzenlerinin ders kitaplarına bakarak yeni Türkçe dedikleri alfabe üzerinden okuma yazmayı öğreniyor. Hatta ders kitapların içeriğindeki çeşitli incelikleri görüp izah edebildiği için kuzenlerinin kıskanç tavırlarına maruz kaldığı oluyor. Mutfakta marifetiyle övgüler alıyor. Özellikle karnı yarığı çok güzel pişiriyor; ancak yengesi, “Bu köylü, güzel yapamaz.” deyip geçiyor. O da lafın altında kalmayıp, “Evet ben köylüyüm!” diye cevap veriyor hep.
Fehmiye’yi çok seven dayısı onu kendi çekirdek ailesinin yönelttiği incitici tavırlara karşı korumaya çalışıyor hep. Üstelik, ailenin kadınlarının hor görüsüne karşılık Fehmiye’yle dayısının oğlu birbirlerini seviyorlar. Çocuk deniz subayı olacağı sırada vereme yakalanarak vefat ediyor. Fehmiye bu kaybın ardından evliliği siliyor zihninden.
İlerleyen yıllarda kendisi için hazırladığı çeyizi yeğenlerine hediye ediyor. Sevdiği gencin kaybının Fehmiye’yi köye göçe razı eden bir etkisi olduğu söylenebilir.
Yaşlı akrabalarıyla konuşan Pakize Hanım, büyük halasının kendi giyim tarzı konusunda bir titizliği, özeni olduğunu aktarıyor. İstanbul’dan köye göç ettiklerinde Ağababa’nın eşi Emine Hanım’ın elli-atmış civarında elbisesi, en az yirmi çift ayakkabısı vardır. Fehmiye’nin bavulunda getirdikleri de muhtemelen annesininkinden daha az değildir.
Köy hayatı içinde dünyadan kopmuyor, gazete okumayı sürdürüyor genç kız. Dünya olayları üzerine muhakeme yürütmeyi seviyor. Ağababa’nın Osmanlı’dan kalma bir tarih kitabı var; onu okuyor. Yazılar yazıyor çeşitli konularda, bu yazılar ne yazık ki kayıp. Dantel yapmayı çok seviyor, köy gibi bir ortamda çok güzel danteller yapıp evlenecek kızlara çeyiz hazırlanmasına katkıda bulunuyor. Narin yapılıdır, bu yüzden kendine çok dikkat ediyor, sütün kaymağını onun yemesi olağan karşılanıyor evlerinde. Köy hayatının yorucu hiçbir işi beklenmiyor ondan. Mesela köylü kadınlar seksen-doksan kiloluk çayları taşırlarken o sepetine on-on beş kiloluk çay koyup öyle taşıyor. Diğer kadınlar nasıl yorumlarmış bu hafif yükü acaba? “İstanbullu” diye takılıyor olmalıydılar. İstanbul’da “köylü”, köyde “İstanbullu”; geri göçün yolcusu nasıl tam bir sükunete erişebilir? Yeğenlerine hayatından kesitler anlatıyor elbette Fehmiye Hanım, fakat o yeğenler de şimdilerde ayrıntılara dalamayacak kadar yaşlı ve rahatsızlar.
Boşluklu Alanın Görünmez Kıldığı Tecrübeler
Cumhuriyet’ten sonra İstanbul’dan Anadolu’ya geri göç üzerine yazmaya başlayalı beri yaptığım okumalarda ve katıldığım sohbetlerde pek çok geri göç hikayesi çıktı karşıma. Yıldız Sarayı’nda bahçıvanlık yapmış bir aile reisinin, Serencebey’de geçen yirmi beş yılın ardından 1925 yılı sonlarında, “Ben bu kızlara sahip çıkamam bu şartlarda.” diyerek İstanbul doğumlu ve biri rüştiye mezunu, diğerleri henüz rüştiyede öğrenim gören üç kızıyla Erzincan’ın bir köyüne taşınması, örneklerden biri. Hiç de kolay olmayan benzeri göçleri takiben ailelerin büyük şehir yaşantısına alışmış evlilik çağındaki tahsilli çocuklarının zorlu bir uyum meselesiyle karşı karşıya gelecekleri açık. Benzeri kaygılara sahip olmakla birlikte göç etmemiş aile ve kişilerde ise özel alanına çekilme, kamusal görünürlüğü gerektiren faaliyetlerden uzak durma gibi mesafe oluşturma çabaları ortaya çıkıyor. Böyle bir mesafeyi erkekler, aile geçindirme sorumluluğu nedeniyle sınırlı olarak koyup koruyabilirler.
İlk yılların belirsizliği içinde bir tedbir olarak baş vurulan mesafe koyuş, ileriki yıllarda geniş aile zinciri içinde kopukluklara yol açacaktır. Müminin kamusal alan hayatıyla mümineninki arasındaki kopukluk ise, özel alana da yansıyan bir dil/anlayış uçurumunun kaynağına dönüşecektir. Tesettürlü kadınlar için “kapalı” sıfatının bu dönemlerde kullanıldığı söylenebilir, Osmanlı döneminde tesettür konusunda dikkatli kadınlar ve aileleri için böyle bir sıfat kullanılmıyor. Kamusal biçimlendirmelere tabi olmaktan endişe ederek içlerine kapanan aileler, “Onlar kapalı” şeklinde tanımlanmış, giderek sıfat özellikle ailelerin daha içe dönük yaşayan kadınları için kullanılmaya başlanmış olmalı.
Halide Edip örneğinde görüleceği üzere modern muhaliflerin bile göçe kendini mecbur hissettiği bir zamanda göç imkânından veya gücünden yoksun olan aileler mahalle muhitinde hayat tarzlarını koruma çabasına düştüler. Fatma Aliye gibi kendi kişisel sesiyle eleştirel bir duruş sergilemeyi sürdürenler, yaşarken unutulmaya maruz kaldılar. Elmalılı Hamdi Yazır şapka takmamak için çalışmalarını evinde sürdürdü. Geçiş döneminin kadınları genç yaşta iseler ya ulusalcı kamunun formlarına uydular ya da mahalle muhitinin öğretimiyle yetindiler. Mütedeyyin kesimler toplumsal devinimin getirdiği –ve öğrettiği- çeşitli ortamlara uzak durdukları için, amaçladıkları gibi bu ortamlarının yabancılaştırıcı etkisinden korunsalar da aynı zamanda içine kapandıkları sınırlarda hayat tarzı zevklerinin kamusal tecrübelerle gelişen beslenme kaynaklarından yoksun kaldılar.
Kadınların tahsil hayatındaki kamusal mesafe oluşturan kesinti Imam Hatip Okullarına kız öğrencilerin alınmaya başlandığı 1976’ya kadar devam etmiştir. Kuşkusuz nüfusun önemli bir kesiminin mahrumiyetlerine sebep olan kuralların sorgulanmasında, ulusalcı okullarda öğrenim görürken tesettürü benimseyen kadın aktörlerin sergilediği direnişin payı büyük.
Şule Yüksel Şenler, Dr. Hümeyra Ökten, Hatice Babacan, Mukaddes Özkan gibi bu kadın aktörlerin 60’ların ikinci yarısındaki temayüzü, gardrop modernleşmesi uygulamasının kırk yıl kadar süren yoğun propagandaya karşılık görece bir kabul gördüğünü ifade ediyor. Bir on yıl kadar sonra, 1970’lerin ortalarından itibaren tahsilli veya tahsil gören kadınlar kendilerine ideolojik kalıplarla dayatılan kadın modelini dini kaynaklara başvurarak sorgulamaya başladılar. Kamusal yasakların sonuçlarını göze alarak sürdürülen sorgulama, yeniden öğrenilen kavramlara ve değer yargılarına dayalı alternatif kamu arayışlarıyla sürdü.
Yasaklı dönemlerin takva örtüsü arayışının sevk ettiği
mecralarda genç kuşaklar, bazen tarihin labirentlerine dalarak keşfettikleri
modellere, sürdürdükleri hayatın gerektirdiği çizgileri de katarak yeni
modeller oluşturdular. Muaşeret ve bilgi yoksunluğunda yaşanan ifrat tefriti de
getirirdi kuşkusuz. Agorafobik
dönemlerin ardından geçen deneme yıllarının karmaşası kuşkusuz yine büyük
ölçüde bilgi eksikliği ve tarihi doğru okuyamama gibi zaaflardan ileri geliyor.
Önceki kuşaklar neler yaşadı, hangi bedelleri ödedi; o kadar az bilgi var ki…
Kişiler bazen bizzat kendileri mahremiyet endişesiyle konuşmaktan kaçınıyor,
bazen de artık hayatta olmayan failin akrabaları konuşurken sınırı aşma
endişesi taşıyor. Kendi dünyasına
kapanarak veya göç ederek yeni sistemin kamusal kurallarına mesafe koyan aile
ve kişiler etrafında kaçırılmış bir sözlü tarih çalışması boşluğu telafi
edilmeli. Aksi hâlde yeni bir düzenin başlangıç yıllarındaki toplumsal travmayı
eksik okuduğumuz için bu travmanın sonraki yılları nasıl etkilediğini izahta
zorlanacak ve şimdiki zamanın meselelerini her açıdan görmeyi başaramayacağız.
[1] Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu, Eski İstanbul’dan Hatıralar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2005.
[2] Sara Ertuğrul Korle, Geçmiş Zaman Olur ki: Prenses Mevhibe Celaleddin’in Anıları, M. Sıralar Matbaası, İstanbul, 1953.
[3] Yeni Harflerle Hanımlara Mahsus Gazete (1895-1908)-Seçki, Hazırlayanlar Prof. Dr. Mustafa Çiçekler, Prof. Dr. Fatih Andı, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı 20. Yıl Özel Yayını, İstanbul, 2009, s. 368.
[4] Refik Halit Karay, Üç Nesil Üç Hayat, İnkilap Yayınları, İstanbul, 1996.
[5] Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, Sander Yayınları, İstanbul, 1976.
[6] Halide Edip Adıvar, Yeni Turan, Can Yayınları, İstanbul, 2019.
[7] https://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/18941/kadina-siiri-bagislayan-kim
[8] Nezih H. Neyzi, Kızıltoprak Anıları-Osmanlı Dönemi Sonu ve Cumhuriyetin Başlangıcı/İstanbullu Bir Aileye Etkileri, Peva Yayınları, İstanbul, 1986.
[9] Cihan Aktaş, Tanzimat’tan 12 Mart’a Kılık Kıyafet ve İktidar, İz Yayınları, İstanbul, 2018.
[10] Suraıya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam-Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998.
[11] Ayşe Olgun, “Anneanneler İyi Günleri Gördü”, Yeni Şafak. 1 Haziran 2018,
[12] Mediha Kayra, Hoşça Kal Trabzon Merhaba İstanbul, Hazırlayan: Cahit Kayra, Tarihçi Kitabevi, İstanbul, 2013.