Hava kirliliği çok azaldı şehirde, kamusal abanmanın yol açtığı ağırlıktan kurtuluyor metropoller.  İşler olabildiğince evden yürütülüyor. Doğrudan doğruya salgınla mücadeleye destek olmayan bir iş yeri hâlâ faaliyetini sürdürüyorsa, tepki topluyor. Özel alan silikleşen payını yeniden tarif ediyor, ister istemez. Bunun işaretlerini veriyordu sanat sinema yoluyla; Tarkovski’den Haneke’ye.

Böyle gidemezdi dünya, kamusal-özel dengesi, eğitim sistemi, yapılaşma, sınıflar arasına çekilen yüksek duvarlar… Mahremiyet kamusal alana savrulmuş, mahremiyet hakkı neredeyse sadece bir ekranda görünmeme hakkı şeklinde yeniden tanımlanmaya başlamıştı. Kitlesel eğitimin otuz yaşlarına kadar çekiştirdiği gençler ne evlenmeye yanaşıyorlardı ne de bulabildikleri işi benimsemeye. Haksız ve yanlış olan kuşkusuz  eğitim sistemi ve güvenilmez hâle gelen iş bağlantıları. Neredeyse otuz yaşına kadar süren ergenlik döneminde bile hangi işte çalıştığına karar veremiyor gençler; geleceğin meslekleri konusundaki belirsizlik de cabası.

Okullar bu şekilde gidemezdi, metrolar, toplu taşıma, metrobüs işkencesi, karanlık tekstil atölyelerindeki kalabalık. Kim nasıl değiştirecekti gelişen yanlışlığı, devrimlerden yorulmuştu dünya, silahlandırmaya bağlı kitlesel kıyımlar hem acı hem çaresizlik uyandırıyordu. Komplo teorileri boca ediliyordu bir yandan üzerimize: Bildiğimiz her şeyi yanlış biliyor büyük resmi göremiyorduk bir türlü. Ne kadar aciz olduğumuza dair örnekler yağdırıyordu üzerimize büyük resimci kalemler ve kameramanlar.

Dünya çığırından çıkan dengesi için insandan yardım alamadığında oluşan boşluk daha önceki türdeşlerinden hızlı ve yapışkan bir virüsle dolmaya başladı. Yönetici veya işçi tanımadan bünyelerimizi tehdit eden , sürat çağının kurumlarını şaşırtan yöntemlerle yayılan bir virüs için sığınaklarımıza çekilmeye çalışıyoruz.   Gelgelelim her sığınak eşit değil, tedavi imkanları da çoğu zaman eşitlikten yoksun, ancak endişelerde eşitleniyor insanların büyük kısmı. Kimse kendini güvende hissedemiyor dağbaşında değilse, virüsün bir kargo bir hazır yemek paketi vasıtasıyla kapısından sızıp sızmayacağından emin olamıyor evde yemek alışkanlığını yitiren karantina ahalisi. Ev yemekleri kamusal mekanlarda gözdeydi son yıllarda, çekirdek aile kendi tenceresini kaynatma zorunluluğuyla karşı karşıya geldi şimdi.

Küreselleşmenin en önemli üç şiarıydı yenilik, tüketim ve güvenlik. Hijyenik medeniyete zorlanıyorduk, steril hayatlara yönlendiriliyoruz şimdi. Hiçbir şey birdenbire olmuş değil. “Kim en iyi saklanıyorsa en iyi yaşar” diye tarif etmişti Negri. İnsanlar türdeşleriyle birlikte korunaklı sitelere çekilmeye başlamışlardı, ulus devletler duvarlarla pekiştiriyorlardı sınırlarını.

Dünya böyle gidemezdi, insan olumlu anlamda haklı bir inisiyatif almayınca bir virüs bozarak ortaya koydu daha fazla sürdürülemeyecek olanı. Fakat daha sonra ne olacak? Üzerine oturduğu endüstriler, bağlantılar, üretilmiş markalar, büyük projeler çoktan gözden çıkarılmışken sistem, bambaşka bir varoluş için kendi çöküşünü alkışlamaya başlayacak belki de. Bir kez daha güçlü olan, üretmeye ve tüketmeye devam eden kural koyucu olarak yönelecek zayıflara. Yeni sistem yenilenme anlamına gelmeyecek muhtemelen,  bunu talep edenlerin en haklı kelimeleri çöküş sürecinde yıpratıldığı için.

“Gaybi evsizlik” hissiyle bekliyoruz virüsün geri çekilmesini. Sonsuzca bir güven yok korunma konusunda, hiçbir zaman olmadı, fakat ne kadar az düşünüyorduk! Dünya aslında bildiğimiz dünya değilmiş, anlaşılan öyle. Kamusal alan Habermas’ın anlattığı gibi tutkulardan arındırılmadı ama yuva da olmadı, herkes kendine aşılmaz kabuklar arıyor şimdi, sevdikleriyle birlikte, ev ise kamusala ait olanı içermeye çalışıyor her türlü dijital unsurla. Başkalarının yaşlısı kolayca hedef alınıp üzerine kolonya boca edilir kamusal denilen yerde. Adsız kalabalıklardan biri, hâlâ çalıştığı için suçlanmaya açık, çalışmasa eve ekmek götüremeyecek olan işçi öğüne benzemeyen yemeğini sosyal medyada teşhir ettiği için kovulur. Kamusal alana yük sayılan kesimler hep bulunacak, adalet kimsenin umrunda olmadığı sürece.

Mevcut kamusal alandan memnun değildik çoğumuz, alternatif kamular arıyorduk, bunun için neredeyse kırk yıl boyunca okuduk, tartıştık, tanımlar ve tarifler geliştirmeye çalıştık. Kimse diğerini dinlemiyor ve çokları karşıtı saydığını komplocu olmakla veya oyuna gelmekle suçluyordu. Genel tasnif ve taraftarlıkların parantezlerine kapatılıyordu kişisel hikayelerin dersleri. Umudu korumanın tek yolu olan dürüstlük hasımlık yüzünden göz ardı ediliyordu, hâlâ da öyle.

90’ların başlarında Abdurrahman Arslan’ın konuştuğu bir panel dinlemiştim Taksim’de. Arslan özel hayat tanımları ve bu tanımların bağlı olduğu değerler arasındaki farklara dikkat çekiyor, bu farkları dikkate almayan bir kamusallığın oluşturacağı yabancılaşma konusunda uyarıda bulunuyordu. Daha sonra defalarca toplandık ve konuştuk, başka nasıl olabilir kamusal alan, kimsenin haksızlığa uğramayacağı, emeğin ve şifanın kolayca göz ardı edilemeyeceği, kimliklerin güvensizlik yaşayamayacağı bir özel/kamusal dengesi oluşması için ne yapmalı…

Şimdi ise aidiyet ve kimliklerin aynı şekilde maruz kaldığı salgının endişeleriyle farklı bir noktaya yaklaştık: Özel ve kamusal alan arasındaki sınırların belirsizleştiği noktada kurumlar işlemez hâle geldiğinde yaşlılar sokakta saldırıya uğrayabilir ve huzurevinde unutulmaya terk edilebilirmiş. Habermas yanıldı, tutkular özel alanda bırakılarak bir kamusal alan inşa edilemezdi. Mouffe’nin bu alanda yaptığı çözümlemeler önemli.

“Dönebileceğim bir adres olsa bildiğim bütün kelimeleri unutmaya hazır olurdum” diyor ya Linkin Park şarkısı… Böyle bir söz yaraları iyileşmek bilmeyen bir duygu dünyasından yükselebilirdi ancak. Karantina süresinden sonra kamusallık yeniden inşa edilecek, insanın en zor zamanında özel alanda yaşadıklarının tecrübesiyle. Özel alana has işler kamusala aktarıldığında değerli, saygın ve sanatkarane sayılır olmuştu bir yüz yıl boyunca; bu da değişecek. Karantina günlerinde hiç olmadığı kadar iç içe yaşayan insanlar yeni bir anlaşma yöntemi veya muaşeret arayışına düşecek, özel alanın mekanları kamusalın alışkanlıklarını taşımakta zorlanacağı için.

Şüphesiz insan unutkan, görüntüler ise sıklıkla simülasyon izlenimi uyandırıyor dijital teknoloji çağında. Bugünleri hatırlamak için herkes kendi tecrübesini yazabilse, geleceğin tarihi bambaşka olabilirdi. Her zaman aradığımız o ideal “başkalık” kendimizi unutmaya terk ettiğimizde  bütün imkanlarıyla kayboluyor ufuktan çünkü, darlık zamanları sona erdiğinde, hem de bir elli yıl bile geçmeden ardından.