İtibar, Ekim 2014
“Evet, otel odaları…” dedi, ekrandaki aktör. “Dün yok, yarın da yok.’” Bir geçişin üzerinde bulunuyorsunuz. Her şey eğreti, uykular bile. Otelde bulunma sebebinin düşünceleriyle birlikte yabancı eşyalar ve otelin bedeninden yükselen sesler, yolcuyu kaç yıldızlı olduğu hiç fark etmeksizin uykularını bölmeye, öksürüğe boğulmaya, yatağa yorgana uyum sağlamanın yollarını aramaya, olmazsa pencere önünde aşina olmadığı bir manzarayı izleyerek gün doğumunu beklemeye çağırıyor.
Hayatımın geçişli dönemlerinde ister istemez otellerde ikâmet ettim. 1993’te Bakü’de bir otelde aylarca kaldık ailece. Sosyalizm döneminin mesken politikaları uyarınca kiracılık kültürü gelişmediği için kiralayacak uygun bir ev bulamamıştık. Cenup Oteli’nde tuttuğum notlar, birkaç yıl sonra Yarın Dergisinde yayımlayacağım bir yazıya temel oldu. Yarın Dergisi yazısı ise daha geniş kapsamlı bir tasarıya zemin oluşturdu ve artık gittiğim her otele o tasarı gözüyle de bakmaya başladım. Mademki otel odaları hayatımın bir parçasına dönüşmüştü, tıpkı yaşadığım evler gibi onları da bende bıraktıkları izlenimler, fazlalıkları ve eksikleri, sürprizleri ve şaşırtmacaları, bıkıp usanmama ya da bağlanmama yol açan ayırt edici özellikleriyle anlatmak için notlar almayı ve fotoğraflar çekmeyi sürdürdüm.
Kaldığım ilk otel, Erzincan’da, elimde tek bir fotoğrafı bile bulunmayan Çelik Palas.
Oysa, bir diğeri iki yıl kadar önce acı bir haberle beni oteller üzerine korkulu düşler görmeye sevk etmişti. Refahiye Çarşısı içinde, Gürsel İlkokulu’nu geçtikten sonra sağda, Elmas teyzenin oturduğu sokağın köşesindeki, altı kahvehane olan iki katlı “Kürt Musto’nun Oteli”, bir odasında işlenen cinayetle kasabalıların hayatını değiştirmişti. Mazisine ait kötülükleri unutmayı yeğleyen kasaba ahalisi, bu cinayetle birdenbire çıplaklaşmıştı sanki. İpsizin sapsızın biriydi katil genç, ama sonuçta bu kasabanın çocuğuydu. Para için elini kana bulamanın sebepleri üzerine yapılan yorumlar şimdiki gibi televizyonu, sosyal medyayı değil, sinemayı hedef alıyordu. Evler yıkan, canlar yakan sinema! Kötülük sanki Köroğlu Köprüsü yakınlarındaki Piltan’ın Fırınına bitişik sinema salonunun beyaz perdesinden çıkarak ta Çarşı’nın öteki ucuna yakın otelin bir odasında tecessüm etmişti. Kasabanın uzak geçmişinde cinayetler eksik olmasa da, otel odası cinayeti hayatımda ilk kez bunca yakınımda işlenen, maktulünü tanıdığım bir cinayet vakası olduğu için benliğimde derin izler bıraktı. Bir insan hemcinsini, bir genç adam yaşlı bir bohçacıyı parası için bir bıçakla delik deşik etmeyi göze alabilirmiş demek! Dünya bildiğim gibi değildi artık, gazetelerde okuduğum, sinema perdesinde gördüğüm cinayet, Elmas teyzenin cami arkasındaki evine giderken geçtiğim caddeye, sokağa inmişti. Üstelik katilin göz diktiği para, Antepli Bohçacı amcanın evimizin bahçesinde veya sofasında mahalle kadınlarına beğendirmeye çalıştığı masa, sehpa ve yatak örtülerinden, gecelik ve pijamalardan, kırlent ve kumaşlardan kazanılmıştı. Sofalarımızın konuğu hoş sohbet masal ustasını dillerde fısıl fısıl dolaştığı üzere otel odasındaki yatağının üzerinde, karnını delik deşik eden bıçak yüzünden kanlar içinde serilmiş vaziyette hayal etmek istemesem bile, rüyalarıma giriyordu işte. Ağır yürüyüşüyle uzakta görünüyor, adım attıkça geniş şalvarının katmanları dalgalar halinde etrafına yayılıyor. Kanlar içinde değil, yine de ölü gibi. Yürüyüşünü ağırlaştıran, omuzlarını çökerten bohçalarıyla kapıya yaklaşıyor; gelgelelim bir hayaleti andırıyor.
Aradan -herhalde- iki yıla yakın bir süre geçtiği halde Çelik Palas Oteli’ne o cinayet yüzünden gördüğüm kâbusların izlenimlerini taşıdım yanım sıra. Altı yaşındaydım. Dinmeyen öksürüklerim nedeniyle bir uzmana görünmem için şehre inmiştik. Erzincan, ova üzerine kurulu bir şehir. Oraya inilirdi. Kasabanın doktoru Fahreddin Uğur, babamın can ciğer arkadaşı. Her hastalığımda yanıma koşan Fahreddin amca, hep olduğu gibi bir şurupla, hapla iyileştiremedi öksürüklerimi. Henüz Yeşilçam filmlerinden öksürük sesleri yükseliyor. Annemin telaşı babama da sirayet etti ve apar topar yola düştük. Mevsim kış. Nerede kalacağız? Sobalı herhangi bir akraba evine gidemezdik, ısrar etseler bile; odaları kendilerine yetiyordur onların. Otele gidelim, dedi babam. Çelik Palas, Pınaryolu (Divir) Köyü’nden bir akrabaya aitti. Bir terk edişe değinen öykü ve roman cümlelerimde bu otelden izler bulunabilir.
Çelik Palas, evden başka bir mekânda kalmanın ilk tecrübesini yaşatırken mekân algımı da karıştırdı. Aileler evde yaşar, hastalık gibi nedenler yüzünden ise otellere taşınırlar, diye düşünmüş olabilirim.
Erzincan’da çok katlı bina yapılmıyordu büyük depremden beri. Dört katlı eski binanın üçüncü katındaki odamıza merdivenle çıktık tabii, asansör yoktu; Erzincan’ı kuşkusuz benden iyi bilen Mustafa Kutlu da doğruladı bu şekilde hatırlayışımı. Yorgun ve halsizdim. Yine de küçük valizimdeki eşyalarımı dolaba yerleştirmeye başladım. Babam beni odaya bırakıp lobiye, şehre geldiğini duyunca koşup gelen eşinin dostunun yanına inmişti. Onun eşyalarını da yerleştirmeye çalıştım güya. An geliyor tereddüde kapılıyordum. Ütülü bir pantolonu askıya asmak hiç kolay değilmiş, çizgileri düzenini yitiriyordu. Hem minik bir dolaba ne kadar yerleşebilir, neyi nasıl yerleştirebilirim? Çalınan kapı bizim odanın mı, yandakinin mi? Gıcırtılar, patırtılar, şırıltılar, sifon sesleri, su borularında ilerleyen suyun ıslığı, açılan, kapanan kapılar: Otelin bir ses repertuarı vardı. Ani bir gürültü geçmişte kaldığını sandığım kâbuslarımı hatırlamaya sevk ediyordu: Otel odasında cinayet işlenebilir. Fakat aynı zamanda oyuncak ev gibiydi oda. Eşyası sınırlıydı, asgari ihtiyacı karşılamanın ötesine geçmiyordu. Yatak rahattı, hoş bir sabun kokusu yükseliyordu çarşaflarından. Kenarını köşesini yokluyor, kendine özgü yönlerini keşfediyordum. Listelere baktım, servislere, fiyatlarına. Terlikler, ayakkabı çekeceği ve süngeri, sabun, şampuan ve saç kremleri, her şey evcilik oyununa çağırıyordu. Eşya yerleştirmeyi bırakıp başka bir oyuna daldım. Dolaplarda ve masa üstünde dizili eşyaları yeni bir plana göre düzene sokuyor, banyodaki temizlik malzemelerini inceliyor, boy aynasının karşısında şaklabanlıklar yapıyor, arada sırada da masanın başına geçerek otelin antetini taşıyan bloknota resimler karalıyordum.
İlkokul birinci sınıfa kayıtsız olarak gidiyordum. Okumayı sökmüş, yazmaya başlamıştım. Bavulumda masal ve okuma kitapları vardı. Tuvalet masasını çalışma masasına dönüştürmeye çalıştım kitaplarla ve boya kalemlerimle.
Daha sonra bu böyle sürecek, her kaldığım otel odasında tuvalet masasını yazı yazılabilir bir şekilde düzene sokmak için bir şeyleri kaldıracak ya da ekleyecektim. Günlerce kaldığımız odalarda bu kişisel düzen temizlik saatlerinde genel düzen anlayışı tarafından her seferinde yeniden karıştırılıyor ve tam orta bir yol bulunmuşken oda boşaltılıyor. Otel odası terk edilme ve terk etmelerin düzeni içinde yeni sahibiyle birlikte sürekli çehre değiştiriyor. Başlangıçta eşyalara dokunmaya çekindiğimi de hatırlıyorum. Bunlar gerçekte kime ait? Ya otelin sahipleri hoşlanmazsa bu değişikliklerden?
Yere düşürdüğüm havluyu küvetin kenarına koyarak kullanım dışı bırakmayı öğrendim. Burası işte böyle bir ev: Ayakkabılarla dolaşılabilir.
Doktorun istediği testler ve filmler için ertesi sabah erkenden yola düşecektik. Yanıbaşımda her zaman bir bardak ılık su olmalıydı benim, yine vardı. Öksürüğün ilk yardım ilacı ılık birkaç yudum su, ardından da naneli şeker; öğrenmiştim. Kan tahlili yaptırmıştık, sonucu bekliyorduk. Verem olmadığımı biliyordum artık. Bir doktor zatürreden şüphelenmiş. Halsizdim, geceleri ateşim çıkıyordu bazen, ancak başlıca şikayetim öksürüktü; kuru ve inatçı bir öksürük.
Babam hastane dışında kalan geniş zaman içinde -hazır Erzincan’a inmişken- arkadaşlarıyla buluşuyor, birilerini ziyaret ediyor. Beni otelde bırakıyor. Odadan çıkmamamı tembih ederek geçip gidiyor. Pencereden bakıyorum. Uzun gri paltosu ve papağıyla tipi içinde görünmez oluyor. Öksürmeme yol açan sebebin ne kadar önemsiz olduğu anlaşıldığında ben de kara tipiye karışabilirim. Televizyon yok, radyo bile yok. Kitap okumaktan sıkılınca pencere önünde oturup yoldan geçenleri izliyorum. Odayla ve manzarasıyla barışmam gerek. Erzincan çok katlı binaya izin veren bir şehir değil. Gökyüzünü, sokağı, bahçeli evleri seçebiliyorum. Hava kararırken bir ürpertiyle babamın nerede kaldığını merak etmeye başlıyorum. Sıcak odanın oyuna müsait hali, ortalıkta karışanın görüşenin olmaması, unutmak istediğim cinayetle aramıza kalınca bir perde geriyor. Şimdilik hatırlamayabilir, korkmayabilirim. Daha kaç gün kalacağım belirsiz daha bu odada, ama şimdilik o benim evim.
Geçici mekânların duyurduğu özgürlük hissi yıllar akıp giderken eski gücünü yitiriyor. Birçok kadın yazar otelde yazmanın rahatlığı üzerine düşünmüş, ayrıca bu rahatlığı denemiştir. Otel odasını mesken edinmek Simone de Beauvoir kahramanları açısından kadınlı erkekli tabiilik kazanmış bir hal olduğu gibi bazen de bir çözüm yolu olarak hayal edilir. Mandarinler’in yazar kahramanlarından biri, yazmaya yoğunlaşamadığı kitabı tamamlayabilmek için karısını terkederek otel odasına göçmek için fırsat kollar. Adalet Ağaoğlu Hayır romanı için sekiz ay Oslo’da, Romantik Bir Viyana Yazı için de dört ay Roma’da kalmış. Otelde mi kaldı, emin değilim, ama yeteri kadar geçici bir mekânda ihtiyaç duyduğu zihni yoğunlaşmayı aradığı açık. Dergâh’ta Yahya Kemal’in otel odalarındaki yaşantısından -bir de kadınların şairleri sevmediğinden, daha doğrusu şairlerle evlenmeyi sevmediğinden- yakındığı bir yazısını okuduğumu hatırlıyorum. Eğreti ve tedirgin yaşantıların getirdiği bir sıcaklık eksikliği yanında, aile özlemini de yansıtır, otel yazarlarının eserleri.
Otelin birine kaçılır, düşülür, umutsuzca sığınılır, mahkûm olunur. Otel odaları apaçık bir cinayetin olmasa bile sinsi sindi öldürmelerin, başarısız intiharların izlerini ister istemez biriktirir. Bir geçişin izleri, değişmeye mecburiyet üzerine düşünmenin kırışıklıklarını da içeriyor olabilir. Apaçık cinayetle öyle kolay başa çıkamaz kendi halindeki bir kasaba oteli. Yalnız ve kimsesiz adamın üç kuruş için öldürüldüğü oda, üzerindeki kanlı yükü atamayacağı için işlevini değiştirmeliydi. Ama öyle olmadı. İnsanlar unutmasalar bile hiç olmazsa bir süreliğine hatırlamaktan kaçınmayı tercih ettiler. Utanç verici değil mi, yabancılara nasıl anlatılır!
Utanç ve acı birbiriyle yarışıyordu cinayet günlerinde: Antepli Bohçacı artık içimizden biri olmamış mıydı? Bu cinayetten sonra kimse kendini ve sevdiklerini tamamen güvenlik içinde ve kötülüklerden masun saymamalıydı. Kasabanın kendini savunması, binayı otel olarak gözden çıkarmasıyla mümkün olurdu. Fakat bu bir çırpıda gerçekleşmedi.
Elmas teyzenin evine gitmek için o sokaktan geçmektense, yukarılardan dolanmayı yeğliyorduk artık. Mecbur kalıp da önünden geçersem de cinayet yeni işlenmiş gibi kaskatı kesilir, ayaklarım birbirine dolanarak aceleyle yürürdüm. Kaldığım her otelde belirsiz ürpertilerle de olsa bildiğim ilk otelin cinayet haberi yakaladı beni bir yerde. Hayaller gördüğümü sandım, sesleri karıştırdım, yılların nasıl da akıp geçtiğine hayret ettim. Sahiden altı yaşında mıydım Çelik Palas Oteli’nde kaldığım günlerde? Demek ki iki yıl önce, dört yaşındayken işlenen cinayet belleğimde bütün ayrıntılarıyla yer etmiş. Kimi ayrıntılar sırf otel imgeleri üzerinden yeniden canlandılar zihnimde. Otelin seslerinin her biri cinayet işlemeye hazır bir kişinin adımlarını haber veriyor olabilirdi. Bu canlandırmaya girişen muhayyilem, hemen ardından bastıran korkularımı nasıl bastıracağını bilememiş olmalı.
Hastalığımla ilgili tetkikler sürüyordu. Hastane dönüşlerinde babam beni otele bırakıp gidiyor, söz verdiği saatte dönmeye de çalışmıyordu. Bir başına sürüp giden oyunlarımın tadı kaçmıştı. Hazırlan, Sevimgül ablanın yanına götüreceğim seni, dedi. Çok ani olmuştu. Aceleyle hazırlanırken, kurduğum düzene de veda ettim. Gündelik temizliğin ardından yeniden biçimlendirdiğim düzeniyle odayı kendi evim kılmaya çalışmıştım.
Gittiğimiz akraba evi yakındı. Hava çok soğuktu. Ancak düz ve düzenli caddeler kar yığınlarından arındırılmıştı.
İki katlı, bahçeli bir eve gittik. O evde beni halamın oğlunun nişanlısı Sevimgül’e teslim ettiler. Halk hikayeleri kitaplarında gördüğüm resimlere benziyordu Sevimgül abla. Kırmızı yanaklı, iri gözlü, ince belliydi. Nişanlısının ilgiye muhtaç hasta akrabası olarak beni içtenlikle benimsedi. Canım ne istiyorsa pişirmeyi, ilaçlarımı vermeyi, saçımı başımı düzeltmeyi üstüne aldı. O yıllarda Refahiye’de ve köylerinde böyle bir adet vardı galiba: Evlenme çağında veya nişanlı kızlar bir süreliğine yol yordam öğrensinler diye Erzincan’daki akraba evlerine gönderilirlerdi.
Ev çok kalabalıktı. Sevimgül abla ile aynı odada kalıyorduk. Nasıl ısıtıldığını bilmiyorum, ama kaldığım odada üşüdüğümü hatırlamıyorum. Oteldeki odanın sessizliğini özlemeye başlamış olmalıyım. Geçici de olsa -babam pek az uğradığı için- karışan görüşen olmadan kendime ait kılmayı sürdürdüğüm ilk odaydı o.
Çelik Palas, hayatımda kaldığım ilk oteldi, ancak beni oteller üzerine düşündüren ilk bir başkasıydı. Refahiye’de, Antepli bir bohçacının öldürüldüğü Çarşı Oteli ya da halk arasında anılışıyla Kürt Musto’nun Oteli.
Gelecek yazımda Çarşı Oteli’ni ve içinde işlenen cinayeti anlatacağım.