Umran, Şubat 2017

John Berger (1926), bakış ve “görme biçimleri” denildiğinde atıfta bulunmadan geçilmeyen bir yazar. Daha doğrusu zamanla yazara dönüşen ressam; anlatma isteğine tuvaller yetersiz geldi. Romanlar da yazdı ama en çok yeryüzü sathında farklı kültürler düzeyinde görme biçimlerini ve bakışı irdelediği metinleriyle yer buldu benim kütüphanemde.  Şimdi masamın üzerinde duran kitapları içinde en eskileri 1980’lerin başlarında basılmış. Ülkemizde tanınırlığını neye borçlu olduğunu düşünüyorum bir süredir. Sanırım bizim estetik alanındaki görüşlerimizi ifadede baş gösteren yoksullaşmanın sebep olduğu bir arayışa karşılık gelen cümleler yakalanıyordu metinlerinde. Klasik resmi, fotoğrafı, sinemayı nasıl bilirdik? Resmi öğretinin mutlak bilgi gibi vazettiği tanım ve tarifleri sorgulayan yazar dünyamıza hakkıyla giriyor ve yerleşiyordu. Reklamın, Yenidendoğuş sonrası Avrupa görsel sanatının can çekişmesi olduğunu düşünmeye hazırdık; ama Berger bunu Görme Biçimleri’nde net bir dille ifade etmişti, değil mi? (Görme Biçimleri, sf. 139) Yedinci Adam’da  İsveçli fotoğrafçı John Mohr ile birlikte, piyasa sisteminin işgücü talebinin yerlerinden yurtlarından kopardığı göçmen işçilerin sürdürdükleri hayatı ve iş ortamlarını sarsıcı bir dille gözler önüne serdi.  Aydınlanmacı ve oryantalist olmadığı hissi uyandırıyordu. 

O Ana Adanmış’ı 1986’da okumuş ve altını çizmişim “Boğaz’da” başlıklı yazısında yer alan, otuz beş yaşlarında “Anadolu’nun uzak yerlerinden geldiği” izlenimini uyandıran bir kadının, tedbirle tuttuğu kocasının elini tasvir eden şu satırların:  “Topraktan asma fidanın çıkması gibi gelişmiş eller –örneğin İspanyol köylüsünün elleri- değil bunlar; tersine, yeryüzünü kat etmiş göçebe elleri.” (sf. 186, Metis) “Fasanella ve Bir Kentin Duyumu” başlıklı yazının da 33. sayfada yer alan şu satırlarının altını çizmişim: “Aile mutfağını topu topu sokaktan alınmış bir dolaba indirgeyen nedir?” 

İçtenliğiyle sevildi, evlere girdi, yoksulların sofralarına oturdu, dünyanın dört bir tarafında. Bakışımızı belirlemeye çalışan imgeleri sorguladı, merkezi perspektif bakışının estetiğe ve siyasete tahakkümüne meşruiyet kazandıran kabullerin aşınmasında payı büyük.

Kapitalizme dönük sorgulamama dayanak teşkil eden ifadelerine başka yazarlarda da rastladım şüphesiz. Benim kuşağım sinema üzerine sorularına aradığı cevaplar için kaynak kıtlığı nedeniyle tereddütlere düşmüş bir kuşaktır. İslami kaynaklar alanına yoğunlaşmıştı okumalarımız. Fotoğraf, sinema, bakış üzerine düşünmek ve yazmak “dava”yla pek ilişkili görülmezdi. Albümlerini yakmış bir kuşak, sözünü ettiğim. Sinema kuşkulu bir sanat sayılıyordu zaten; modernizmin en zorlu silahı olarak da tarif edildiği olurdu. İran sinemasını bütün bu tecrübeler sebebiyle merakla incelemiştim. Kaldı ki tasvir ve bakış konusundaki sorulara kayıtsız kalamayacağımız açık görünüyordu bana.

“Bakış” kuşkusuz ayrıca her açıdan irdelediğimiz sürekli bir mesele. Kime, nasıl bakmalı, ne zaman kaçırmalı bakışları… “Batılı göz açık ve tetiktedir” diye anlatmıştı Camilla Paglia, “Cinsel Kimlikler: Nefertiti’den Emily Dickinson’a Sanat ve Dekadans”ta, tek gözlü Nefertiti büstü üstünden. … “Nesneleri donmuş bir çerçeve içine kıstırmıştır. (…) Gergin, hareketsiz ve kırpılmuş Nefertiti camın ardındaki Batılı egodur.” (sf. 76) Müslümanca bakışı nasıl tarif etmeli öyleyse? Resim nasıl yapılır, portre fıkhen nasıl anlaşılır, boydan fotoğraf çektirilir mi…

Berger’e atıf, Barthes’e hatta Foucault’a atıf gibi değildi, somut hayatın sahneleri ve sesleri bağlamında aranan karşılığa yakın düşmek anlamına geliyordu.  Kesin yargılar değil de anlama çabası çıkıyordu öne. Bazen birkaç cümle bütünden kopartılarak dolaşıma sokuluyordu;  tesettürlü kadınların da erkekler kadar paylaşmayı sevdiği şu cümleler mesela: “Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. (…) Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye –özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.”

Fakat bu cümleler aynı zamanda birçok anlamı basitçe hatta kabaca bir şekilde içermek üzere dolaşıma sokuldu. Özellikle son cümleden hareketle kadının kendine kamusal varlığını yasaklaması gerektiğini savunan “İslamcı”larla tartıştığım olmuştur.  İkinci kez bakmamayı, rahatsız etmeden bakmayı, teşhirden sakınmayı, mütevazı olmayı öğretiyor bize, fıtratımızda karşılığı olan vahiy tavsiyeleri ve buyrukları.

Alıntıladığım cümlelerden ben de yararlandım, tesettür üzerine düşünürken, yazarken.  Ancak üç paragraf önce, “kadın olarak doğmak”üzerine yazdıkları ihmal edildiğinde layıkıyla anlaşılamayacak tespitler bunlar. Şöyle: “Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çerçevelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur.”

Teknolojik gelişmelere bağlı olarak sanatın tanım ve işlevleri değişirken John Berger bakış, resim ve mesafe konularında aydınlanmacı doğmatizmden farklı gelen yorumlarıyla okuma gündemimize yerleşti. Özgün sanat yapıtlarını çevreleyen, aslında onların satış değerlerine bağlı olan yalancı dinsellik havasından söz etti Görme Biçimleri’nde. Bu hava fotoğraf makinasının resimleri yeniden canlandırabilir kılmasından sonra tabloların yitirdiği şeyin yerini almıştı. Fotoğraf makinesiyle birlikte özgün sanat yapıtlarının biricikliğine özgü kabullerin yeni bir mahiyet kazandığını Benjamin de Pasajlar’da dile getirmişti.  Kopya yoluyla orijinal, kendi ortaya konulduğu zaman ve mekânın dışındaki zaman ve mekânlara da  ulaşmanın yolunu bulacak. Biricikliğiyle bir bakıma üretildiği zamana ve mekâna hapsedilen orijinal eser, kopyası yoluyla yeni kişilikler kazandığı yeni zamanların yorumuyla da anlaşılacak.” Her yorumla eser bir kez daha oluşmaktadır aslında ve bu, insan ilişkilerine de uyarlanabilen bir zenginleşmedir.

Benjamin, Pavel Floranski, Garaudy de benzer konularda yazdılar. Ancak Berger sanat eleştirisi alanında mesela Garaudy’ye göre daha yaygın bir tanınırlığa sahip oldu. Gerçi Garaudy’nin sanat eleştirisi alanındaki eserleri ,“Geleceği Haber Veren Altmış Eser” ve “Hayatını Oynamak” hala Türkçe’ye kazandırılmış değil. “Kıyısız Bir Gerçekçilik Üzerine”nin bir bölümü sanırım, “Picasso Saint-John Perse Kafka” başlığıyla yayımlandı. Apollinaire şiiri,  ulaşılmak istenen sanata ilişkin mücadeleyi şöyle tasvir ediyordu: “…sonsuzun ve geleceğin sınır boylarında sürekli savaşan bizler…”

Sanat eleştirileriyle Garaudy, Aristo’nun “Mimesis” gerçekçiliğine karşı büyük bir savaş verdiğini belirtir. Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum’da geçen “Çünkü bu gerçekçilik, doğacak bir istikbalin ve her zaman oluşum halindeki bir dünyanın sanatlarla müjdelenmesinin aleyhine olarak , çoktan hazır bir dünyanın “taklidi” ile bozulup soysuzlaşmıştı”  şeklindeki cümleyi Berger de yazmış olabilirdi. İki düşünür de Picasso üzerine yazdı. 

Garaudy’nin hidayeti, Türkiye’de sol kesimlerin onunla ilgili bir sessizliğe bürünmesine yol açtığı için de, Berger sanat eleştirisi alanında öne çıkan bir başvuru kaynağı.

“Berger’in öncüsü herhalde özellikle Cezanne; Mearly Ponty’nin, İvan Agueli’nin, Garaudy’nin de öyle. Bununla birlikte Berger, arayışını sonuna kadar götürmediği izlenimi veriyor. Oysa “O ana adanmış” (1986) olsun “Görme Biçimleri” olsun, Kartezyen felsefeye çok ciddi eleştiriler içeriyordu. Doğa içeridedir” demişti ya Cezanne… Bir yüz yıl sonra gelecek Kübik’e yol açan yeni izlenimci resim, İbni Heysem’in (adı önce “Perspectiva” olan) Optik’indeki ışık teorilerini belki de Albert Dürer’in keşfi yoluyla öğrendi.  Müslümanların görme teorisinde resimler değil, minicik görsel imgelerden oluşan bir mozaiği nokta nokta göze ileten görme ışınları söz konusuydu. Göz bütünsel imgeleri göremez, noktasal optik biçimlerin görsel cazibesiyle resimlere hammadde sağlayabilirdi ancak.   

Bir anı sonsuzca canlı kılacak nedir? Ölümden kurtararak ebedileştirmeyi sağlayan nedir hakikaten? Bütünsel imgeleri göremeyen göz ayrıcalıklı anları fark etmek için kendini nasıl hazırlayacak? Kapitalizmin yerleştirdiği tüketici kültüre karşı eleştirel mesafeyi korumanın altını çizer Berger metinleri. Cezanne’dan aktardığı cümlelerin sanat felsefesi açısından önemi açık:  “Dünyanın yaşamından bir an geçer. O anı gerçekliğiyle yakalayıp resme geçirmek, bunu yaparken her şeyi unutmak! O anı yaşamak, duyarlı bir levha olmak… zamanımızdan önce olan her şeyi unutarak gördüklerimizin imgesini yansıtmak…” (Görme Biçimleri, sf. 31) Kuşku yok, merkezi perpektifin resim sanatı üzerindeki egemenliğinin  eleştirisiyle başlamalıydı“Görme Biçimleri.” Bu kitabı çok önemsedik, çünkü Batı resminin görme açısını, merkezi perspektifi eleştirerek başlarken başka bir ihtimalin, bize ait görme açısının farkındalığını hissettiriyordu.

Berger’de de işaretlerini bulabileceğimiz sanat görüşüdür bu: Tekrarla gelişebilse de  sanat taklitle kendini açmaz.  Belki seküler bir ilahiyat hesabına yorumlanacak cümlelerde biz kendi aradığımızı doğrulayan işaretler keşfetmeyi yeğledik. 

Dünyada bir sürü imge ve olgu bazen azalarak bazen çoğalarak, bazen eksilip artarak dolaşmayı sürdürürken hep aynı şeyi söylemeye çalışıyor: Kandığımızı sanmayalım,  izini yitirdiğimiz suyu aramaktayız hâlâ; kendimizi ve hiç kimseyi de kandırmayalım. Sosyalist aydınların Sovyetler Birliği üzerinden sürdürdükleri tartışmalar geriye kurtarılmış bölgelerin ikamet ve tekfir haklarını da bıraktı; Doris Lessing’in Altın Defter’inde bu sürecin Marksist aydınları nasıl etkilediğini gösteren ilginç tasvirler var. “Hain”, “revizyonist”, “işbirlikçi” diye suçlanmak çok kolaydır; dışlanmamak için sessizlik duvarları oluşturmak da öyle. Berger uzun zamandan beri köyde yaşasa da teneffüs ettiği iklim 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşmuş o tartışmalardan bağımsız değildi.  

“The White Bird”de hazan sonrasını yaşadığımızı öne sürdü. Estetik dünyayı kurtarabilir mi? “Umut ilkesi ve kötülük hakkında konuşmadan estetik üzerine bir şey söylemek olanaksız.” 

Kesinlikle ukala değil dili, ancak arayış zemininde buluyor mevcudiyeti. Maraş katliamına değinirken bilgece bir yaklaşımla bu katliamı “CİA desteğindeki faşistler tarafından planlandığına” işaretle yetinmiyor; tersine bunu bilmenin fazla bir şey bilmek anlamına gelmediğini belirtiyor. Eric Hobsbawn’ın sözüne atıfta bulunuyor: “Sol kanat aydınları terörizmi suçlamakta geciktiler. Bu yüzden de sol terör sağ kanat polis devletini kurmak isteyenlerin işine geldi. “ (sf. 188) Hem Gassan Kanafani’yle tanışıyordu, ondan alıntılar da yaptı. (“Gassan”, Türkçe kitapta “Hasan” olarak yer almış). Aramızda kaç kişi tanır ki Kanafani’yi?  Okurken seçtiği paragrafta  Filistin’e desteğinin tecessüm ettiğini düşünürüz. (O Ana Adanmış, sf. 117)  Metin ilerlerken “vahye” yüklediği anlam ürperticidir: “Gördüğümüz şeyin bizi aşması…”  Abidin Dino’nun ölümü üzerine yazısında onun İbni Arabi’den aktardığı cümleyi hatırlıyor. (Fotokopiler, 87-89, Metis, 2016)  “Boğaz’da” yazısında geçen şu cümlelerin de altını çizmişim zamanında: “İstanbul’daki tembellikten hastalanmış, şekerlemelerden şişmanlamış zengin burjuva kadınların yüzleri, hayatımda gördüğüm en acımasız yüzler arasında.” Bu bölümü yazdığında, 1979’du tarih.  Açıkçası söyleşilerinden birinde Türkiye atıfları için ikide bir Yunus’a dönmesi, mahcup bir “söz hakkı” endişesi izlenimi uyandırmıştı bende. Yunus ille de orada anılması gerektiği için değil de iç rahatlığıyla dönülebilir isim halinde dolaşıyordu söyleşi boyunca.  “Bizimle ilgili” ahkam kesmek istemediği için,  güvenilir Yunus mısralarına başvurmak istermiş gibiydi…  

Andrew Marr’a göre yeryüzünün en teorik olmayan Marksistiydi. Yoksa bunun tersi mi doğruydu? Ne de olsa Marr onun The White Bird’te yer alan şu cümlelerini bir Marksiste göre “ilginç bir aşkınlığa sahip” olarak niteliyor: “… kötülüğün azgınlaştığı bir ıstırap dünyasında, olan bitenin varoluşumuzu doğrulamadığı bir dünyada, direnilmesi gereken bir dünyada. Estetik anın ümit vaat ettiği durum bu. Bir kristalin veya bir güzelliğin yalnız olmadığımız anlamına geldiğini; yaşanan tek bir yaşamın bizi inanmaya sevk edeceğinden daha derin şekilde varoluşun içinde olduğumuzu bu durumda anlıyoruz… Bir an için, insan algısının enerjisi yaratılışın enerjisinden ayrılmaz hale geliyor.”  

Hep sorguladı ve değiştirmek istedi. Dünyayı anlamaya çalıştı. Bununla birlikte Marksizmin yeni bir tarihi determinizmin icadı olarak yorumlanmasını  net bir dille eleştirdiği söylenemez. Garaudy’nin “Bir varlık felsefesinden bir eylem felsefesine geçiş” olarak adlandırdığı esasın eleştirilerine yakın düşse de  net bir dille tanımlamadı. Ciltler dolusu yazdığı halde arayışını ve eleştirisini yeterince tarif etme fırsatını bulamadığı izlenimini uyandırıyor metinleri.  Şu muazzam Cezanne cümlesi üzerine düşünmemizi sağlamıştı oysa: “Dünyanın yaşamından bir an geçer.” Varlığımızı sızlatan belki de eksikliğini duyduğumuz tek cümle, biricik sahne veya sadece bir an.

Yalnızca bir an, ancak o an; dünyayı ve hayatı doğru okumanın anı. Müslüman olarak da bakışımızı yeniden öğrenmenin ve tarifin kaçırılmaması gereken sırası.  Çoğu kez bütün çabamız sadece o öngörülemez özel an için hazırlanmaktan ibaret; Berger’in bu bağlamda bakış açımıza sağladığı katkı değerli. Hiçbir zaman ulaşamıyoruz hakikate o anın yokluğunda, sadece görece olarak yakın düşüyoruz.